11 Ekim 2010 Pazartesi

Strathclyde University

İngiltere'de master ararken, aklımda İskoçya yoktu hiç. Hatta Strathclyde'ı daha önceden duymamıştım bile. Önce program ilgimi çekti. Joint Master's olması, 4 okul tarafından sunuluyor olması ve Erasmus Mundus bursları kapsamına girmesi baya hoşuma gitti. Detaylarını okuyunca, ikinci senesini farklı ülkelerde geçirme şansı ve üstüne üstlük staj imkanını da görünce, tamam aradığım program bu dedim. Heralde hayatımda gerçekleşmesini en çok istediğim şeyler arasında ilk 5'e girebilirdi burdan kabul almak. Secret'a göz kırpıyorum =D


Ve işte geldim, burdayım. İlk yılımı geçireceğim University of Strathclyde, Glasgow. Introduction session'lardan birinde, hoca da aslında Strathclyde olarak pek tanınmadıklarını, bu nedenle okulun isminin sonuna Glasgow'u eklediklerini ve son bir kaç yıldır böyle kullandıklarını söyledi.

Okul 1796 yılında, İskoçya'nın en eski üniversitesi olan Glasgow Ünivesitesi'nden ayrılan Profesör John Anderson tarafından kurulmuş. 1800'lerde hızla büyümüş ve ilk olarak şu anda Royal College olarak adlandırılan bina, ardından da diğer yeni binalar ile George Square çevresinde yerleşerek eğitime devam etmiş. 1900'lerde sadece teknik eğitim verilmekteymiş. Ağırlıklı olarak fen ve mühendislik. Daha sonra 1960'ta Scottish College of Commerce ve 1993'te de Jordanhill Collage of Education ile birleşerek yönetim ve eğitim bilimlerinde de kadrosunu güçlendirmiş. Şu anda da 25000 civarında öğrenci burada eğitim görmekteymiş.
 

Okul hakkında bu kadar sıkıcı bilgiden sonra şimdi benim okuduğum programa geçiyorum. Programın tam adı Global Innovation Management, ama GIM deniyor kısaca, bize de GIMmies. DMEM, Design, Manufacture and Engineering Management Departmanı tarafından veriliyor program. Haliyle derslerimizin çoğu da design üzerine; Global Desing, Design Methods, Design Management... Pek aşina olmadığım konular, ama şimdilik -iş yükünün ağır olması dışında =)- oldukça sevdim yaptıklarımızı. Programda toplam 23 kişiyiz, çok karma bir grup. Herkes epey motive. Genelde grup projelerinde aynı gruplarda oluyoruz ve nerdeyse hepimiz aynı yurtta kalıyoruz. İkinci yıl Danimarka, Almanya ve Avustralya arasında dağılacağız bakalım.

Burası da James Weir Building. Programımın dersleri bu binada yapılıyor. Sanırım Glasgow'da şehrin genelinde 1 tane yokuş olan cadde var, tahmin edin neresi? Tabiki de, benim her sabah tırmandığım okulum. DMEM 5. katta yer alıyor. Manufacturing lablar girişte, stüdyolar ve sınıflar yukarıda. Okuldan haberler böyle.

7 Ekim 2010 Perşembe

Rangers vs Bursaspor

Geçen hafta Bursaspor-Glasgow Ranger arasındaki Şampiyonlar Ligi maçına gittik. Gelir gelmez katıldığım ilk sosyal etkinliğin bir futbol maçı olması biraz komikse de kesinlikle süper zaman geçirdiğimi söyleyebilirim. =)

Glasgow Rangers taraftarı agresiflikleri ve holiganlıkla tanındıkları için, maça gitme konusunda biraz şüphelerim vardı, çünkü Bursaspor tarafından -ki sonradan gördük,minicik bir tribün ayarlamışlar- bilet bulamamıştık. Sonunda 'bişi olmaz yaa' diyerek aldık biletleri. Sonuçta Celtics-Rangers maçında değildik, her ne kadar Celtics'le Bursa'nın formaları aynı olsa da, ve Bursaspor taraftarları Celtics diye tezahürat yapsa da..

Ranger Stadının olduğu yer, biraz banliyö gibi Ibrox diye bir mekan. Maça metroyla gittik. (Bu arada Glasgow'un metrosu hayatımda gördüğüm en komik metro. Tek bir hat var, ve daire şeklinde. Inner Circle ve Outer Circle olarak iki hat yapmışlar, ters yönlerde ilerliyor. Ayrıca minnacık ve sürekli sarsılıyor. Roller Coaster diyor zaten burdaki insanlar da. Belki fotoğraflarını eklerim daha sonra.) Buchanan istasyonuna yaklaşırken mavi Tennets formalı insanları görmeye başladık. Muhtemelen 1-2 saat önceden içmeye başlamış olan Ranger taraftarı da marşlara ve küfürlere başladı =) Sıkışık bir yolculuk sonunda vardık stada.



Baya güzel bir stadmış. Girişte kimsenin üstü aranmadı, rahattı. Ama yol boyunca her yerde polisler vardı. Muhtemelen stadın içinde de vardı, ama göremedim ben pek. Çok dolu olmaz diye düşünüyorduk ama tıklım tıklımdı! Sadece kale arkasında yer bulabildiğimiz için de, ateşli bir taraftar grubuna yakın oturmuş olduk.
Maç başladı hemen. Aynı hızda da Rangers'lı olmadığımızı anladı çevredeki insanlar =) Bursa ilk yarıda hiç iyi oynamadıysa da, ne zaman ceza sahasına yaklaşsalar, küfürler, el kol hareketleri, yuhlamalar kopuyordu. Ön sırada kendinden geçen bi adam da arada bize dönüp sırıtarak 'Sorry for that hehehe' diye güldü. Alnımızda mı yazıyodu ne anlamadım =)


Sonra birinci gol geldi Rangers'tan. Biz aslında daha kötü bir sonuç bekliyorduk ama, ikinci yarı biraz heycanlandırdı bile, belki beraberlik olur diye.. Olmadı tabi. Belki de sağlığımız açısından daha iyi oldu =) Yine de çok eğlenceliydi. Sürekli marşlar, sloganlar, davullar, herkes ayakta. Türkiye'deki gibiydi. Kadın taraftarlar da benim görebildiğim, turistler hariç bir elin parmakları kadardı. Dönüş biraz işkence oldu, çünkü minik metro çok fazla insan alamadığı için, 1 saat sürdü sıra beklemek. Güzeldi yine de.. Başka bir maç olursa tekrar gitmeyi düşünüyorum.

4 Ekim 2010 Pazartesi

Glasgow'da ilk gün

Glasgow hakkında yazmayı birkaç gündür erteliyorum. Aslında daha burada geçireceğim uzun bir zaman olduğu için acele de etmiyorum bir yandan. Yeni yerler keşfettikçe de yazıcam tabi ama şimdilik, ilk bakışta gördüklerim olucak burda.
İlk gün sabah, şehir merkezine geldik, Merchant City'de bir kahve içip günümüzü planlayacaktık.


Buraya gelirken yanımızda getirdiğimiz rehber çok karışıktı. Önemli noktalara değinmiş, ama sanki bir yandan yürümüş, bir yandan da not almış gibi bir havada anlatılmış her şey. Biz de Beril'le bu sefer, madem daha iyi bir planımız yok, şu fotolarda gördüğümüz komik Hop on-Hop off otobüslerine binelim dedik. Zaten şehir biraz daha dağınık durumda olduğu için, bağlantılar da böyle daha kolay oldu. Önce otobüsten inmeden her yeri görmeye karar verdik. Sonra West End'e gelince, inip bu tarafı bitirip öyle dönelim dedik, isabetli olmuş. Böylelikle ilk durağımız Kelvingrove Museum and Art Gallery oldu.


Burada Scottish Boys sergisi vardı o hafta. Ünlü İskoç ressamların tabloları sergileniyordu. Francis Cadell'in aydınlık tabloları en çok beğendiğimiz resimler oldu. Bunun dışında yine İskoçya tarihini ve eski zamanlardaki yaşam şartlarını anlatan sergiler vardı. Beril'in çok sevdiği tablo pop quizlerini de unutmayayım. Müzeden çıkıp Glasgow Üniversitesine doğru yürümeye başladık. Daha sonradan buradaki en sevdiğim manzaralardan biri olan şu noktadan geçtik.


Glasgow Üniversitesi İskoçya'nın en eski üniversitesiymiş. Dünya sıralamasında da baya iyi bir yerdeymiş. Kampüsü çok fazla gezmedik, ama burda okumak çok güzel olabilirmiş diye düşünmedik değil.

Aşağıdaki fotoğraf burdaki şirin sokaklardan biri, adını hatırlamıyorum, koyma nedenim de sokak girişindeki hız sınırı tabelaları. Bütün ara sokaklarda bunlardan var. Twenty's Plenty yazmışlar 20'lerin altına. Çok şirin =) Komik insanlar.



Otobüse atlayıp şehir merkezine geri döndük. Glasgow Katedrali'ni ve Necropolis'i gezdik. Dışarısı tadilatta olduğu için katedral'in fotoğrafı yok. Şehrin genelinde dikkatimi çeken bir şey, kiliselerin sayısının azlığı oldu. Hatta mevcut kiliselerden üç tanesinin, gece klübü, tiyatro ve bir dernek binasına çevrildiğini gördüm. Bu konuyu biraz daha inceleyim ben. =)

Katedralden sonra şehrin en büyük parkı olan Glasgow Green ve içindeki People's Place and Winter Gardens'a gittik. Glasgow Green'den otobüsle geçtik, doğrudan People's Place'te indik. Burda da yine birçok yerde olduğu gibi geleneksel yaşam ve tarih sergisi vardı. Winter Garden çok bakımlı kocaman bir bahçeydi. Dünyanın çeşitli yerlerinden birçok bitki getirmişler, rengarenk sevimli bir yerdi. Gerçi hava biraz boğuktu ama kışın belki çay içmek için hoş bir ortam olabilir.

Bir sonraki otobüsle benim şimdilik en sevdiğim yer olan George Square'e geldik. Burası şehrin merkezi oluyor. Karşıdaki bina Glasgow City Chambers ve Glasgow City Counsil. Özellikle gece ışıklandırılmış hali çok güzel. Mimari açıdan da Glasgow'ın önemli noktalarından biriymiş. Gün içerisinde içi gezilebiliyormuş falan biz girmedik.


Okulum bu meydanın bir yanını kaplıyor. Ondan başka bir postta bahsedicem. Kaldığım yer ise 10 dakika yürüme mesafesinde. Bundan bahsetmeye pek gerek yok. =) Çevrede bol sayıda restoran ve bar var. İki yanında birbirine dik ilerleyen Argyle ve Buchanan Street'ler trafiğe kapalı alışveriş caddeleri.


Bu fotonun olduğu yerden aşağı doğru devam edilince varılan yer Argyle Street, sağa dönülünce görülen yer ise trafiğe kapalı 3. cadde olan Sauchiehall Street. Burası da yine alışveriş cafe ve bar mekanlarından biri.
Burada ilk gün bunları keşfederek geçti. Daha sonra aynı yolları defalarca yürüdük. Bu sefer bu kadarla bırakıyorum. Şehir hakkında belki sonra detaylı bloglar da yazarım.