25 Kasım 2010 Perşembe

The Butterfly and the Pig

Geçen ay, pasaporta police registration damgası almak için polis müdürlüğüne giderken Bath Street'teki Victorian evlerden birinin altında çok sevimli bir cafe-restoran görmüştüm. Sevimlilik isminde başlıyodu, the Butterfly and the Pig.


Bir ara gelim dedim, sonraki hafta bir arkadaşımla alışverişe çıkmışken yolumuz düştü, denemiş olduk. Fakat o gün yanımda kameram yoktu, bu sevimli mekanın fotolarını çekemedim. Ama tekrar görülecekler listesine yazılmış olduğundan Onur gelir gelmez, öğle yemeği için tekrar ziyaret ettik.
İlk seferinde de çok beğenmiştim, bu sefer daha bir sevdim.
Menü'leri haftalık olarak hazırlanıyor. Klasik bir menüsü yok, sağında solunda eğlenceli yazılar var. Yemeklerin açıklamaları da komik, fiyatlar da. Mesela mantarlı krep fiyatı 5 mush 6 rooms..


Geçen gelişimde füme somon salata yemiştim. Oldukça güzeldi. Bu sefer önce potato and leek soup içtim. Her ne kadar Hania bu konuda beklentimi yükselttiyse de, bunu da beğendiğimi söyleyebilirim.
Ardından da vegetable tart yedim. Hem hamuru çok lezzetliydi, hem de içindeki sebzeler. Yanındaki salata için de aynı şeyi söyleyebilirim. Sosu süperdi. Çok beğendim, hatta Onur benden bile çok beğendi.

Onur da hamburger yedi. Kocaman bir tabak dolusu patates de vardı yanında. Genelde olanın aksine aşırı yağlı ya da lezzetsiz değildi. O kadar doyurucuydu ki ikisi de, akşam geç saate kadar acıkmadık!


Fiyatları bence makul, öyle abartılı pahalı değil. Mekan ise süper! İkiye ayrılmış, sol taraf cafe, sağ taraf restoran. Biraz ağır bir havası var, yerlere kadar kadife perdeler, ahşap kaplama duvarlar, antika görünümlü masa ve sandalyeler ile. Öte yandan ise, kocaman pencereleri ve sevimli aksesuarlar ile oldukça ferah bir his de veriyor insana.
 Burada restoranlarda garsonlar genelde oldukça ilgili davranıyolar, 10 kere beğendiniz mi, şöyle mi böyle mi diye soruyorlar.. Burdakiler de hızları ve alakaları ile baya etkileyiciydi.. Özellikle önceki Drum and the Monkey faciasından sonra..

21 Kasım 2010 Pazar

Drum and the Monkey

Glasgow'a geldiğim ilk hafta görüp, aa süpermiş kesin gideyim dediğim yerlerden birisi Drum and the Monkey idi. St Vincent Street'te, merkeze 5 dk yürüme mesafesinde oldukça sempatik bir pub. Aynı zamanda, klasik İskoç yemeklerini tatmak için de iyi bir mekân gibi görünüyordu. İlk ziyaretim Onur’un geldiği akşama denk geldi.



Mekanın güzel bir resmini çekmediğim için üzüldüm. Klasik İskoç pub’ı görüntüsüne sahipti gerçi. Ortada oval bir bar, etrafında sandalyeler. Çevrede de minik odalar, şömine başında koltuklar ve diğer masalar. İçerde “Beer is the looking glass for life” gibi bişey yazıyordu, unuttum.

Barda iki kişi çalışıyordu, her yeri idare eden onlarmış gibi görünüyordu. Aslında bir sürü masada duran boş bardaklar biraz servis hakkında düşündürdüyse de, deneyelim dedik ve oturduk ve çile başlamış oldu =) Baştan, masadaki boş bardakların bize neredeyse yemek sonuna kadar eşlik ettiğini söylersem heralde biraz fikir verir. Siparişimizi zor da olsa verdikten sonra beklemeye başladık.

Önce nachos geldi. Ben beğendim, Onur hayal kırıklığına uğradı. Referans noktası Bebek Kırıntı olduğu için ben karşılaştırma yapamıyorum.

Aşağı yukarı bir saatlik bekleyişin sonunda baya kötü olan yemeğime kavuştum. Altı üstü steak with mushroom gibi bişey olmasına rağmen, kömüre dönmüş lezzetsiz bir et ve mantar, yanında da biraz patates ve domates geldi. Yiyebilmek için oldukça mücadele ettim, ama yukarıdaki tabaktan eksilenler sadece patatesler oldu.

Onur’un yemeği biraz daha iyiydi bana göre. Sanırım Haggis hakkında yeterince kötü propoganda yaptığım için tercihini yine geleneksel bir yemek olan steak ale pie’dan yana kullandı. Ben daha önce yiyip çok beğenmiştim. Aslında bunun tadı da bence fena deildi, ama Onur çok sevmedi.


Şarap seçimimizin de çok parlak olmadığına değinmeliyim. Gerçi fazla seçenek yoktu ama ortalama olması gereken bişi baya kötü çıktı.
Yemeğin sonunda garson gelip “is everything ok?” diyince dayanamadık artık, değil ulenn diye isyan ettik. Sonuç olarak, benim yemeğimin ve arkasından gelen browninin parasını almadılar. Hah browni’yi unutmayim, sanırım yediğimiz tek güzel şey oydu =D Gerçi bugüne kadar da kötü browni görmedim zaten..
Belki Pazartesi akşamı olduğu için böyle bir şanssız shift’e denk gelmiş olabiliriz, bir şans daha vermek niyetindeyim. Tabi çook güzel geçmesini istediğim bir günde ve çook aç karnına değil iken.

8 Kasım 2010 Pazartesi

Bonfire Night



Bonfire Night veya Guy Fawkes Night, V for Vendetta'dan da hatırlayacağınız "Remember remember the 5th of November.." dizeleri ile anılan, terörizmin çöküşünün bir sembolü olarak kutlanan gece.

İngiltere'deki Katolik bir grup 1605 yılında, Protestan kral 1. James of England'ı (6.James of Scotland) öldürerek yerine Katolik bir kral geçirmek amacıyla, House of Lords'u havaya uçurmaya karar vermiş. 5 Kasım tarihinin önemi ise, o gün parlementonun toplanacak olmas ve James'in kızı Elizabeth'in tahtın varisi olarak atanıcak olması imiş. Fakat gelen isimsiz bir ihbar mektubu ile, 4 Kasım gecesi Guy Fawkes kilolarca patlayıcı ile binada yakalanmış. Böylelikle hem saldırının önüne geçilmiş, hem de terörizme karşı bir zafer kazanılmış olmuş. Bu olayın sonucunda Guy Fawkes işkencelerle ölüme yollanırken geride kalanlar her 5 Kasım'ı Guy Fawkes Night olarak havai fişek gösterileriyle kutlamaya başlamışlar.

Glasgow'da da kutlamalar, buranın en büyük parkı olan Glasgow Green'de gerçekleşiyormuş her yıl. Ben sadece havai fişek gösterisi sanıyordum, ama gün içinde de parka panayır alanı kurulmuş, oyuncaklar yemekler falan, keyifli bir gün geçirilebilirmiş. Belki başka sefere ;) Gerçi bütün gün yağmurluydu hava.. Bir noktada iptal edilecek diye düşünüyordum ama son anda kesildi. Tabi bu, yerlerin çamur olmasına engel olamadı.

Havai fişeklere gelince.. Sanırım hayatımda ilk defa bir havai fişek gösterisi bana "noolur bitmesiiiiiin" dedirtmicek kadar uzun sürdü. Gerçi ilk başta biraz hayal kırıklığıydı çünkü sanki çatapatlarla başlamış gibiydi, ama sonradan güzelleşti. Daha önceden görmediğim yeni modeller çıkmış hehe.. En çok sevdiğim de, bir kere patlayıp mor veya yeşil taneler olarak dağılıp, sonra her birinin tekrar ardarda patladığı, patlamış mısır gibi görünenlerdi! Kayan yıldızlar gibi aşağı inenler çok sevimliydi. 25 dk sürdü gösteri ve eşlik eden Mamma Mia soundtrack'i.


Havanın -her zamanki gibi- aşırı soğuk olmasına rağmen güzel bir geceydi.. Malesef ben kameramı götüremediğim için yanımda, fotolar Wesly'e ve onun Canon'una ait =)

2 Kasım 2010 Salı

Paintball at Paisley

Ders programında Salı günlerinin boş olması aktivite meraklısı bir grup için ideal bir ortam yaratıyor. Biz de bu haftayı Richard’ın girişimiyle Paintball’la değerlendirelim dedik.

Gideceğimiz adresi bilmediğimiz için sabahın 8'inde –neyse ki- bizim yurdun önünde buluşup yola düştük. Trenle 20 dakika mesafedeki Paisley’e gidip ordan da 6-7 dakikalık bir taksi yolculuğu ile Delta Force’a ulaştık. Glasgow Prestwick havaalanının hemen yanı. Nerdeyse üstünden uçaklar havalanıyor.

Ben daha önce paintball oynamamıştım bir türlü.. Gerçi merak da etmiyordum. Böyle şeyler geriyor beni sinirlenicem, hırs yapıcam diye =) Biraz öyle de oldu..

16 kişi olduğumuz için, hazırlanmak uzun sürdü, ama sonunda saat 10.30 gibi oyun alanına girdik!  5 etap oynadık. Afhgan Fort, Chemical Alley, Terrorist Attack, The Haunted Graveyard ve Tomb Raider. Bizden başka bir ekip daha vardı, toplamda 20 kişiydik, 10’ar kişilik iki takıma bölündük. Ben mavi takımdaydım.

Oyunları anlatan görevli sahada hem maskenin içinden, hem de İskoç aksanıyla konuşan garip bir tip olduğu için, çoğunlukla daha ne yaptığımızı anlayamadan falan başladık oyunlara. İlk oyun Chemical Alley’di, alıştırma gibiydi. Temelde, bidonların arkasından ateş etmece işte.. İki takım da birer kere kazandı.


İkincisi Haunted Graveyard. Kaleye bayrağı çekme. 1-1 bitti. Üçüncü ve benim en çok sevdiğim oyun ise Afhgan Fort’tu. Bir ev vardı, takımlardan biri bu evi korurken, diğeri de dinamitleri eve sokmaya uğraşıyordu. Bizim takım saldırırken bir anda dinamit taşıyan çocuğun vurulmasıyla, bu büyük görevi üstlenmek durumunda kaldım. Sürünerek bombaya ulaşmak, silahı atıp eve koşmak falan noluyosa.. Sanırım bacaklarımdaki morlukların bir kısmı da bu sırada oldu. Yine 1-1 bitti. Dördüncü oyun Terrorist Attack'tı. Pembe tişörtlü çocuğu korumaca.. Ama bizi pek sallamayıp kendi başına takıldığı için pek anlamlı olmadı.


Son olarak da Tomb Raider oynadık ama o kadar yorulmuştum ki, vurulduktan sonra geri dönmedim bile..

Saha epey iyiydi. Daha oynamadığımız iki oyun vardı ama bunlar bile yetti de arttı. Tek sorun bütün gün yağmurun altında olmaktı. Yine yanlış gün seçimi.. Her yer o kadar çamurluydu ki, minik(!) göletlerden birine düşen bi kız, çıkabilmek için yardım almak zorunda kaldı.

Sonuç, bu olayı çok sevdiğimi söyleyemicem.. Ama takımımın bana ihtiyacı olursa bir sonraki sefere de varım! ;)

11 Ekim 2010 Pazartesi

Strathclyde University

İngiltere'de master ararken, aklımda İskoçya yoktu hiç. Hatta Strathclyde'ı daha önceden duymamıştım bile. Önce program ilgimi çekti. Joint Master's olması, 4 okul tarafından sunuluyor olması ve Erasmus Mundus bursları kapsamına girmesi baya hoşuma gitti. Detaylarını okuyunca, ikinci senesini farklı ülkelerde geçirme şansı ve üstüne üstlük staj imkanını da görünce, tamam aradığım program bu dedim. Heralde hayatımda gerçekleşmesini en çok istediğim şeyler arasında ilk 5'e girebilirdi burdan kabul almak. Secret'a göz kırpıyorum =D


Ve işte geldim, burdayım. İlk yılımı geçireceğim University of Strathclyde, Glasgow. Introduction session'lardan birinde, hoca da aslında Strathclyde olarak pek tanınmadıklarını, bu nedenle okulun isminin sonuna Glasgow'u eklediklerini ve son bir kaç yıldır böyle kullandıklarını söyledi.

Okul 1796 yılında, İskoçya'nın en eski üniversitesi olan Glasgow Ünivesitesi'nden ayrılan Profesör John Anderson tarafından kurulmuş. 1800'lerde hızla büyümüş ve ilk olarak şu anda Royal College olarak adlandırılan bina, ardından da diğer yeni binalar ile George Square çevresinde yerleşerek eğitime devam etmiş. 1900'lerde sadece teknik eğitim verilmekteymiş. Ağırlıklı olarak fen ve mühendislik. Daha sonra 1960'ta Scottish College of Commerce ve 1993'te de Jordanhill Collage of Education ile birleşerek yönetim ve eğitim bilimlerinde de kadrosunu güçlendirmiş. Şu anda da 25000 civarında öğrenci burada eğitim görmekteymiş.
 

Okul hakkında bu kadar sıkıcı bilgiden sonra şimdi benim okuduğum programa geçiyorum. Programın tam adı Global Innovation Management, ama GIM deniyor kısaca, bize de GIMmies. DMEM, Design, Manufacture and Engineering Management Departmanı tarafından veriliyor program. Haliyle derslerimizin çoğu da design üzerine; Global Desing, Design Methods, Design Management... Pek aşina olmadığım konular, ama şimdilik -iş yükünün ağır olması dışında =)- oldukça sevdim yaptıklarımızı. Programda toplam 23 kişiyiz, çok karma bir grup. Herkes epey motive. Genelde grup projelerinde aynı gruplarda oluyoruz ve nerdeyse hepimiz aynı yurtta kalıyoruz. İkinci yıl Danimarka, Almanya ve Avustralya arasında dağılacağız bakalım.

Burası da James Weir Building. Programımın dersleri bu binada yapılıyor. Sanırım Glasgow'da şehrin genelinde 1 tane yokuş olan cadde var, tahmin edin neresi? Tabiki de, benim her sabah tırmandığım okulum. DMEM 5. katta yer alıyor. Manufacturing lablar girişte, stüdyolar ve sınıflar yukarıda. Okuldan haberler böyle.

7 Ekim 2010 Perşembe

Rangers vs Bursaspor

Geçen hafta Bursaspor-Glasgow Ranger arasındaki Şampiyonlar Ligi maçına gittik. Gelir gelmez katıldığım ilk sosyal etkinliğin bir futbol maçı olması biraz komikse de kesinlikle süper zaman geçirdiğimi söyleyebilirim. =)

Glasgow Rangers taraftarı agresiflikleri ve holiganlıkla tanındıkları için, maça gitme konusunda biraz şüphelerim vardı, çünkü Bursaspor tarafından -ki sonradan gördük,minicik bir tribün ayarlamışlar- bilet bulamamıştık. Sonunda 'bişi olmaz yaa' diyerek aldık biletleri. Sonuçta Celtics-Rangers maçında değildik, her ne kadar Celtics'le Bursa'nın formaları aynı olsa da, ve Bursaspor taraftarları Celtics diye tezahürat yapsa da..

Ranger Stadının olduğu yer, biraz banliyö gibi Ibrox diye bir mekan. Maça metroyla gittik. (Bu arada Glasgow'un metrosu hayatımda gördüğüm en komik metro. Tek bir hat var, ve daire şeklinde. Inner Circle ve Outer Circle olarak iki hat yapmışlar, ters yönlerde ilerliyor. Ayrıca minnacık ve sürekli sarsılıyor. Roller Coaster diyor zaten burdaki insanlar da. Belki fotoğraflarını eklerim daha sonra.) Buchanan istasyonuna yaklaşırken mavi Tennets formalı insanları görmeye başladık. Muhtemelen 1-2 saat önceden içmeye başlamış olan Ranger taraftarı da marşlara ve küfürlere başladı =) Sıkışık bir yolculuk sonunda vardık stada.



Baya güzel bir stadmış. Girişte kimsenin üstü aranmadı, rahattı. Ama yol boyunca her yerde polisler vardı. Muhtemelen stadın içinde de vardı, ama göremedim ben pek. Çok dolu olmaz diye düşünüyorduk ama tıklım tıklımdı! Sadece kale arkasında yer bulabildiğimiz için de, ateşli bir taraftar grubuna yakın oturmuş olduk.
Maç başladı hemen. Aynı hızda da Rangers'lı olmadığımızı anladı çevredeki insanlar =) Bursa ilk yarıda hiç iyi oynamadıysa da, ne zaman ceza sahasına yaklaşsalar, küfürler, el kol hareketleri, yuhlamalar kopuyordu. Ön sırada kendinden geçen bi adam da arada bize dönüp sırıtarak 'Sorry for that hehehe' diye güldü. Alnımızda mı yazıyodu ne anlamadım =)


Sonra birinci gol geldi Rangers'tan. Biz aslında daha kötü bir sonuç bekliyorduk ama, ikinci yarı biraz heycanlandırdı bile, belki beraberlik olur diye.. Olmadı tabi. Belki de sağlığımız açısından daha iyi oldu =) Yine de çok eğlenceliydi. Sürekli marşlar, sloganlar, davullar, herkes ayakta. Türkiye'deki gibiydi. Kadın taraftarlar da benim görebildiğim, turistler hariç bir elin parmakları kadardı. Dönüş biraz işkence oldu, çünkü minik metro çok fazla insan alamadığı için, 1 saat sürdü sıra beklemek. Güzeldi yine de.. Başka bir maç olursa tekrar gitmeyi düşünüyorum.

4 Ekim 2010 Pazartesi

Glasgow'da ilk gün

Glasgow hakkında yazmayı birkaç gündür erteliyorum. Aslında daha burada geçireceğim uzun bir zaman olduğu için acele de etmiyorum bir yandan. Yeni yerler keşfettikçe de yazıcam tabi ama şimdilik, ilk bakışta gördüklerim olucak burda.
İlk gün sabah, şehir merkezine geldik, Merchant City'de bir kahve içip günümüzü planlayacaktık.


Buraya gelirken yanımızda getirdiğimiz rehber çok karışıktı. Önemli noktalara değinmiş, ama sanki bir yandan yürümüş, bir yandan da not almış gibi bir havada anlatılmış her şey. Biz de Beril'le bu sefer, madem daha iyi bir planımız yok, şu fotolarda gördüğümüz komik Hop on-Hop off otobüslerine binelim dedik. Zaten şehir biraz daha dağınık durumda olduğu için, bağlantılar da böyle daha kolay oldu. Önce otobüsten inmeden her yeri görmeye karar verdik. Sonra West End'e gelince, inip bu tarafı bitirip öyle dönelim dedik, isabetli olmuş. Böylelikle ilk durağımız Kelvingrove Museum and Art Gallery oldu.


Burada Scottish Boys sergisi vardı o hafta. Ünlü İskoç ressamların tabloları sergileniyordu. Francis Cadell'in aydınlık tabloları en çok beğendiğimiz resimler oldu. Bunun dışında yine İskoçya tarihini ve eski zamanlardaki yaşam şartlarını anlatan sergiler vardı. Beril'in çok sevdiği tablo pop quizlerini de unutmayayım. Müzeden çıkıp Glasgow Üniversitesine doğru yürümeye başladık. Daha sonradan buradaki en sevdiğim manzaralardan biri olan şu noktadan geçtik.


Glasgow Üniversitesi İskoçya'nın en eski üniversitesiymiş. Dünya sıralamasında da baya iyi bir yerdeymiş. Kampüsü çok fazla gezmedik, ama burda okumak çok güzel olabilirmiş diye düşünmedik değil.

Aşağıdaki fotoğraf burdaki şirin sokaklardan biri, adını hatırlamıyorum, koyma nedenim de sokak girişindeki hız sınırı tabelaları. Bütün ara sokaklarda bunlardan var. Twenty's Plenty yazmışlar 20'lerin altına. Çok şirin =) Komik insanlar.



Otobüse atlayıp şehir merkezine geri döndük. Glasgow Katedrali'ni ve Necropolis'i gezdik. Dışarısı tadilatta olduğu için katedral'in fotoğrafı yok. Şehrin genelinde dikkatimi çeken bir şey, kiliselerin sayısının azlığı oldu. Hatta mevcut kiliselerden üç tanesinin, gece klübü, tiyatro ve bir dernek binasına çevrildiğini gördüm. Bu konuyu biraz daha inceleyim ben. =)

Katedralden sonra şehrin en büyük parkı olan Glasgow Green ve içindeki People's Place and Winter Gardens'a gittik. Glasgow Green'den otobüsle geçtik, doğrudan People's Place'te indik. Burda da yine birçok yerde olduğu gibi geleneksel yaşam ve tarih sergisi vardı. Winter Garden çok bakımlı kocaman bir bahçeydi. Dünyanın çeşitli yerlerinden birçok bitki getirmişler, rengarenk sevimli bir yerdi. Gerçi hava biraz boğuktu ama kışın belki çay içmek için hoş bir ortam olabilir.

Bir sonraki otobüsle benim şimdilik en sevdiğim yer olan George Square'e geldik. Burası şehrin merkezi oluyor. Karşıdaki bina Glasgow City Chambers ve Glasgow City Counsil. Özellikle gece ışıklandırılmış hali çok güzel. Mimari açıdan da Glasgow'ın önemli noktalarından biriymiş. Gün içerisinde içi gezilebiliyormuş falan biz girmedik.


Okulum bu meydanın bir yanını kaplıyor. Ondan başka bir postta bahsedicem. Kaldığım yer ise 10 dakika yürüme mesafesinde. Bundan bahsetmeye pek gerek yok. =) Çevrede bol sayıda restoran ve bar var. İki yanında birbirine dik ilerleyen Argyle ve Buchanan Street'ler trafiğe kapalı alışveriş caddeleri.


Bu fotonun olduğu yerden aşağı doğru devam edilince varılan yer Argyle Street, sağa dönülünce görülen yer ise trafiğe kapalı 3. cadde olan Sauchiehall Street. Burası da yine alışveriş cafe ve bar mekanlarından biri.
Burada ilk gün bunları keşfederek geçti. Daha sonra aynı yolları defalarca yürüdük. Bu sefer bu kadarla bırakıyorum. Şehir hakkında belki sonra detaylı bloglar da yazarım.

30 Eylül 2010 Perşembe

Drymen'de Trekking

Haftasonu güneşli bir hava tarafından karşılanınca Hania'yla birlikte açık hava bir yerlere gidelim dedik. İlk planımız Aberfoyle'a gitmekti. Ama hava o kadar güzeldi ki, göl kenarı olsun dedik, ve Loch Lomond yakınında Drymen diye minik bir kasabaya çevirdik rotayı. Önceki hafta gittiğimiz Luss'un karşı kıyısı gibi bir şey oluyor. Önce burdaki -sanırım tek cafe var- Oak Tree'de yemek yedik. Sonra göl kıyısındaki Sallochy'e indik. Biraz Eymir'i anımsattı, çakıl taşlı sahil falan. Farklı olarak açıklarda bir sürü kişi yelken yapıyordu. Bir de kıyıda kamp yapan insanlar vardı. Daha önce hiç kamp yapmadım, ama burda yapmak kesin çok güzel olurdu. =)




Göl kenarından ayrılıp Hania'nın önceden belirlediği patikada yürüyüşe başladık. 1.5 saatlik kısa bir rota seçtik. Minik kütüklere kırmızı, mavi, yeşil bantlar koyarak farklı yolları işaretlemişler. Önceki günler yağmurlu olduğu için yollar biraz çamurluydu ama çok sorun olmadı. Her yerde böğürtlenler vardı, yol boyunca parmaklar morarana kadar yedik =) Yolun bir noktasından aşağı doğru minik bir dere akıyordu. Alttaki resmin aksine yukarılar biraz daha karanlıktı.


En tepeye vardığımızda, gölü yukarıdan gören epey açık bir yere geldik. Bu üstteki foto ondan bir önceki açıklık. Bu noktada kameramın şarjı bittiği için, o manzaranın fotoğrafını çekemedim malesef =/ Sonrası genelde aşağı doğru çamurda kayarak geçti..

Tur bitince eve dönmek istemediğimiz için biraz daha ilerledik Lomond kıyısından En son yerleşim de Rowardennan oteliydi. Burayı da çok beğendim. Büyükçe bir restoran-bar'ı var. İçerde şömine başında da oturulabiliyor, dışarda göl kenarında da. Bişeyler içip biraz daha takıldık. Sonra bitti.

29 Eylül 2010 Çarşamba

Haggis.. NO!

Sadece gezilerden değil, yemeklerden de bahsedicem.. Genelde evde yemek yapmayı tercih ettiğim için henüz çok fazla lezzet keşfetmiş değilim. Aslında civardaki yani Merchant City'deki restoranlar da ağırlıklı olarak İtaylan, Hint ve Çin mutfaklarını sunuyorular. Yine de İskoçların ulusal yemekleri olan Haggis'i tatma şansı(!) buldum bu süre zarfında.

Haggis, koyunun kalp, karaciğer ve akciğerinin ince ince kıyılarak, bir süre pişirilmesi, sonra da içine kuyruk yağı, soğan ve yulaf ve baharatlar eklenerek, işkembeye doldurulup o şekilde bir süre daha pişirilmesi ile hazırlanan bir yemek. (Bazı yemeklerin nasıl ortaya çıktığını gerçekten merak ediyorum..)

Beril'le bir öğlen gittiğimiz Ingram Pub'da denedim bu enteresan yemeği. Biraz daha yumuşatılmış haliydi gerçi. Haggis'li tavuk sarma gibi bişey. (öndeki tabakta) Pek yemek seçmeyen bir insan olmama rağmen hiç ama hiç sevmedim =D Öte yandan İskoç'ların da acayip bir bağlılığı var bu yemeğe. Ev arkadaşlarımdan buralı olan ilk tanıştığımızda heyecanla Haggis'i denedin mi sordu. Ben de pek sevmedim ama belki bir daha deneyebilirim falan dedim. Ona, do you like it? diye sorunca I LLLLLOVE ITTTT! cevabını aldım. =D Bravo.

Kokoreç sevilmez mi beaa diyip durduğum insanlara dair düşüncelerimi bir kere daha gözden geçiricem sanırım..

28 Eylül 2010 Salı

Edinburgh vol I.

Edinburgh'ya bir günün yetmeyeceğini düşünsek de vaktimiz azaldığından, günübirlik bir gezi yapmaya karar verdik ve trenle Glasgow’dan 45 dk’lık bir yolculuk sonunda İskoçya’nın simgesi olan tarihi başkente ulaştık. 

Gezi rotası olarak Scotts Anıtı, Edinburgh Kalesi, Royal Mile, müzeler ve Holyrood Palace’ı seçtik. Tren istasyonundan Waverley köprüsü tarafına çıkınca bir Tourist Information ofisi var. Daha önceden bir harita getirmediyseniz oradan edinebilirsiniz.

İlk durak Edinburgh’nın simgesi olan Edinburgh Kalesi oldu. Her Ağustos ayında kalenin önündeki meydanda gayda çalma yarışmaları yapılıyormuş, çok büyük bir stad kurulmuştu bunun için. Biz gittiğimizde tribünleri söküyorlardı. O nedenle meydanla birlikte geniş plan çekemedim  kaleyi.

Kale sönmüş bir volkanın üzerine kurulmuş. Yine birçok bölümü yıkılıp yeniden yaptırılmış. Dolayısıyla ilk zamanları 9.yüzyılın başları olarak belirtilse de, içerisindeki en eski yapı 12.yüzyıldan kalma Azize Margaret Şapeli. Diğer binalar 15 ve 16. yüzyıllarda inşa edilmiş. Kale üç kısımdan oluşmakta, bu kısımlar savunma noktaları olarak bölünmüşler. Yani birinci bölge kaybedilince ikinci bölgeye çekiliniyor, burası da kaybedilirse savunma üçüncü bölgeden devam ediyor. Bundan sonra ne olduğu malum. =) 

Birinci bölgeden neredeyse bütün şehir görülebiliyor.


Üçüncü bölgedeki geniş avlu kraliyet hazineleri, ulusal savaş anıtı, şu anda cafe olarak hizmet veren bir bina ve zindanlar ile çevreleniyor. Kalenin bir kısmı New Barracks tarafından aktif olarak kullanılmakta. Bu nedenle tamamı gezilemiyor. 

Kaleden çıkınca aşağı doğru uzanan yol Royal Mile. Bu yol kraliyet sarayına kadar iniyor. Tarihi binalarla çevrili yolda birçok hediyelik eşya dükkânı ve cafeler bulunuyor.  Edinburgh’nın en eski katedrali olan St Giles Katedrali de bu yolun üzerinde. Bu katedralin kulesi İskoçya tacının bir replikası olarak inşa edilmiş. Şehrin aşağı yakasından daha belirgin olarak fark ediliyor.

Bu arada şehrin fonunda gayda var. Neredeyse her köşe başında durmuş kiltli, gayda çalan insanlar görülebiliyor. Beril gibi gayda sesinden hoşlanmıyorsanız, biraz işkence olabilir =)  

Bu caddeden aşağı doğru inerken sağa, Southern Brige tarafına dönerseniz biraz ileride Royal Museum of Scotland ve National Museum of Scotland’ı görürsünüz. İlk yüzyıllardan bugünlere İskoçya’nın tarihi ve gelişmeleri hakkında detaylı bölümler var. Biraz interaktif bir ortam yaratmışlar bu müzede. Keyifli zaman geçirilebiliyor.

Tekrar Royal Mile’a dönüp aşağı doğru ilerlerken ufak bir müze daha gördük. İsmi People’s Story. Giriş ücretsiz. Sıradan insanların günlük yaşamlarını canlandırdıkları, geçtiğimiz yüzyılın tarihini özetleyen çok zaman almayan sevimli bir müzeydi.

Bu yolun sonuna vardığımızda Palace of Holyroodhouse’a gelmiş olduk. Tam karşısında İskoçya Parlamentosu bulunan bu bina İskoçya’nın sevilen Kraliçesi Mary’ye de ev sahipliği yapmış. İçerisinde oldukça büyük bir resim galerisi de var.Sağ tarafta bir tepe var, yürüyerek çıkılıyor ve güzel bir manzarası olduğu söyleniyor fakat bir de tırmanış için fazla yorulmuştuk, devam ettik.


Buradan geri dönüşe geçtik. Haritaya göre ilerleyip, kestirme diye Calton Road'ı seçicekseniz, seçmeyin, sevimli yerlerden geçmiyorsunuz. =) Princess Street'e ulaşınca tekrar yeni şehrin merkezine gelmiş sayılırsınız. Buradan kafanızı kaldırıp kaleye doğru bakınca, eski şehir merkezinin içindeki karmaşadan farkedilemeyen büyüleyici güzelliğini farkediyorsunuz. Biraz yeni şehir taraflarını da gezdik. burası Glasgow'la benziyor oldukça. İskoç ev arkadaşımdan şöyle bir şey duydum: Edinburgh’yı sevenler Glasgow’u, Glasgow’u sevenler de Edinburgh’yı sevmiyormuş genelde. Sanırım ben ikinci gruptayım. =) Sevmemiş değilsem de tam olarak fazla turistik buldum.

 Robert Adam tarafından 18. yüzyılın sonlarında tasarlanmış yeni kenti gezdikten sonra geri döndük. Tren istasyonuna kadar giden bu yolda bir müze daha var. Bu sefer gezme şansımız olmadı ama bir sonraki sefere mutlaka aklımda olucak. Belki bu sefer Scotts anıtına da çıkarız.

27 Eylül 2010 Pazartesi

Loch Lomond, Trossachs ve Stirling Castle

İkinci gezi rotamız Loch Lomond, Trossachs National Park ve Stirling Castle oldu. Bütün bu yerleri bir arada görmek ve bağlantıları ayarlamak çok zor olacağı için bu sefer Discover Scotland'ın düzenlediği tura katıldık. Rabbits, Experience gibi başka firmalar da var ama hepsi aşağı yukarı aynı rotayı izliyor. Hangisinde yer varsa onu seçmek uygun. Gerçi tur rehberimiz ve aynı zamanda şöförümüz Charlie çok eğlendirdi bizi tur boyunca, o yüzden DS'i tavsiye ederim ama diğer turların rehberlerinin kilt giyiyor olması da karşı taraf için bir artı olarak kaydedilebilir. =)

Sabah uyanınca tura çıkmak için şanssız bir gün olduğunu anladık çünkü hava kapalı ve yağmurluydu. Ama burada her iki günden birinin böyle olduğunu göz önünde bulundurursak çok da kötü olmayabilir dedik ve saat 9'da yola çıktık. Yollar biraz karışık, ama muhteşem manzaralar var. Zaten her yer yemyeşil, bir de ara ara göl manzaraları, ormanlar ve en çok da koyunlar geçiyoruz. İskoçya'daki koyun popülasyonu, insan nüfusunun iki katıymış!

İlk gittiğimiz yer, Lomond gölü kıyısında bir kasabaydı, ismi Luss. Burada sahil boyunca yürüyüp fotoğraf çektik. 

Havanın durumunu yukarıdaki fotodan görebilirsiniz =) Yolun sonunda minik bir kilise var, buranın sakinleri tarafından yapılıyormuş bakımı ve işletmesi (işletme doğru kelime mi emin değilim ama..). 

Kilisenin giriş kapısından çıkınca, önünüzde ilerleyen sokakta minik bir hediyelik eşya dükkanı ve cafe var. Böyle ufak bir kasaba için oldukça güzel bir yerdi. Biz tura devam etmeden bir çay molası verdik. Burada 250 yıllık minik kulübeler var, 2 tanesi hariç hepsi sezonluk kiralanıyormuş. Bakımlı ve şirin klübelerdi ama burada o kadar uzun süre kalmak istemem sanırım.

Luss’tan sonraki molamız Loch Arran’dı. Çok tavsiye edilen bir tekne turuna katıldık fakat hayal kırıklığına uğradık; çünkü sisten neredeyse hiçbir şey göremedik. Fotoğraf makinamı çıkarmadım bile.

Buradan sonra Loch Katrine'e doğru devam ettik yola. Rehberimiz yol kenarında durduğunda Beril de ben de karşımızda gördüğümüz manzaradan büyülendik resmen. Sislerin arasında, durgun gölün tam karşısında bir otel. 
 
İskoçya’nın ve hatta dünyanın dört bir yanından düğün yapmak için buraya gelen insanlar varmış. Otelin biraz sağında fotoğrafta görünmeyen ufak bir kilise var, orda yapılan törenin ardından otelde devam eden bir kutlama. Nasıl muhteşem bir tören olduğunu hayal etmek çok zor değil.
 
Bir sonraki durağımız olan Stirling Kalesine varmadan, yolda İskoçya’nın ünlü ‘hairy cow’larından tanınmış sima Hamish’in evinde durduk. Kendisi çok yaşlı olduğu için, bizi kız arkadaşı Heather karşıladı. Uzattığımız havuç ve ananasları koca diliyle yakalarken, bu pozu verdi bir de.
 
Ve sonunda William Wallace’a da ev sahipliği yapmış olan, İskoçya tarihinde büyük öneme sahip Stirling Kalesi’ne vardık. Bu kale, stratejik bir savunma noktası olması ve İskoçların çok sevilen kraliçesi Mary the Queen of Scotts'un burada taç giymiş olması gibi birçok sebepten önem taşımakta imiş. 

İskoçya bağımsızlık savaşlarında İngilizlere karşı yapılan savunmada, geçilemeyen bir nokta olmuş Stirling. Vadiyi tepeden gören bir konuma sahip olması, düşmanların buraya yaklaşmaya çalışırken farkedilmelerini sağlıyormuş. Birkaç kere  el değiştirmiş, fakat kısa süre sonra tekrar İskoçlar tarafından ele geçirip, bir daha İngiliz'lerin eline geçmesindense yıkılsın daha iyi diye, kullanılamaz hale getirilmiş. Sonra 15.yy'dan itibaren yapılan geliştirmelerle bugünkü haline gelmiş. Burada da yarım saatte bir düzenlenen Guided Tour'lara katıldık. Rehber kalenin tarihi hakkında epey bilgi verdi, ama hem hepsi aklımda kalmadı, hem de amacımın dışına çıkıyor bundan fazlası. =) Yine de bir sonraki sefere belki bir not defteri de götürebilirim yanımda.




26 Eylül 2010 Pazar

Culzean Kalesi

İskoçya'ya gelirken, Beril'le aklımızdaki ilk şey kaleleri gezmekti.. Çok fazla araştırma fırsatı bulamadan, çıkıp gelince, kurtarıcımız bir Tourist Information ofisi oldu.. Yapmak istediklerimizi nerdeyse anlatmadan anlayan çok sempatik bir çalışanın yönlendirmesiyle 5 günlük rotamızı çizdik.

İlk durağımız Ayrshire'deki Culzean Kalesi.

Kalenin visitor centerdan görünüşü
Glasgow Central Station'dan trenle 1 saatlik mesafede Ayr'a ulaşılıyor. Burası çok sakin ve tarihi bir kasaba. Tren istasyonundan çıkıp karşıdan karşıya geçince, yolun solunda bir otobüs durağı görülüyor. Buradan üzerinde Culzean yazan (bu blogun yazıldığı tarihte 60 numaralı) otobüs ile Culzean Kalesi'nin olduğu yere doğrudan ulaşabiliyorsunuz. Gitmişken Ayr'ı da göreyim diyorsanız, bizim gibi, durağın yanındaki yoldan devam edip -her yerin merkezinde olduğu gibi jenerik isimli- High Street'e ulaşırsanız, görülecek yerlerin tamamını da görmüş olabilirsiniz.

Otobüsle 20 dakikalık bir yolculuk sonunda Culzean durağında inip giriş kapısına varılıyor. Kalenin girişi ücretli. Sadece bahçeleri gezmek istiyorsanız biraz daha düşük bir ücret verebiliyorsunuz. Buradan da 15 dakika kadar yürüyerek Visitor Center'a ulaşılıyor.

Bu turistik mekanlardaki visitor center'lar eskiden sadece tuvalet ve hediyelik eşya dükkanları olarak hizmet veriyormuş. Fakat şimdi daha interaktif bir ortam yaratmak için çalışmalara başlanmış. Hem ziyaret edilen yerin tarihi hakkında daha detaylı bilgilendirmede bulunmak için, hem de asıl hedef olan örneğin görme engelli insanların, içeride dokunmanın yasak olduğu yerleri gezerken, olan şeyler hakkında daha anlamlı fikirler edinebilmeleri için, böyle bir fikir gelişmiş. Biz buradaki visitor center'da çok zaman harcamadık ama dışarıdan da oldukça güzel görünüyordu.
Kapıda elimize verilen harita ile devam ettik, yine bir 10 dakikalık yürüyüş sonunda kaleye varabildik. Kalenin girişinde bir yıkık bir arktan geçiliyor. Fakat tarihi bir ark değil bu, yakın zaman önce, kalenin girişini daha etkileyici yapmak için hazırlanmış. Rehberimiz değindi bu konuya, girişte heybetli bir karşılama, sonrasında ön kapıya ulaşmak için takip edilen yolun, kalenin profilden de görüntüsünün verilmesi adına bir yuvarlak çizmesi ihtişamı vurgulamak için uygulanmış bir yöntemmiş. Bence buna pek gerek yokmuş. Zaten kale göründüğü andan itibaren, her adımda büyülüyor insanı. =) Alice in Wonderland'de Alice'in tavşanı gördüğü sahnedeki gibi bir bahçe, kaleye varmadan önce görülen son güzellik oluyor. 
 
Kalenin içinde fotoğraf çekmek yasaktı. Zaten üst katları özel misafirleri ağırlamak üzere otel olarak kullanılmakta olduğundan, tamamı gezilemiyor. Ancak gezilen ve hala kullanılan kısımlar, geri kalanı hakkında da yeterince fikir veriyor. Kale şu anda National Trust of Scotland'a ait. Vergileri ve kalenin giderlerini karşılamak zorlaştığı için, sahipleri bir charity olan NTS'e bırakmışlar burayı. Fakat ailenin varisleri bu bölgeye gelip zaman zaman üst katta kalıyorlarmış. Böylece aile ve kale arasındaki bağ bir şekilde devam etmiş oluyormuş. 

Kalenin mimarı dönemin en ünlü mimarlarından olan Robert Adam. Detaylara çok önem veren ve yaptığı her şeyin simetrik olmasını isteyen bir mimarmış kendisi. Bütün odalarda, duvardaki süslerden, kapılara kadar her unsur simetrik. Bu nedenle arkası boş kapılar ve işlevsiz hizmetli çağırma kolları bile var. Giriş ve ziyaretçileri karşılama salonu, yüzlerde tabanca ve kılıçla oluşturulmuş bir dekorasyona sahip. Bunlar hiçbir zaman kullanılmamış. Yine misafirlere gösteriş yapmak amaçlı bir tasarımmış. İlk oda, oturma odası. Tavan süsleri ve dekorasyon oldukça etkileyici. Yeşil tonlarının hakim olduğu bir dekorasyon var. Bence süper! Bir sonraki oda olan yemek odası, hala özel davetlerde veya düğün yemeklerinde uygun(!) bir ücret karşılığı kiralanabilmekteymiş. Çok dikkat çekici bir başka oda da üst kattaki yuvarlak çizim odasıydı. Bütün pencereleri denize bakan aydınlık çok zarif bir oda.
 
Kalenin içini gezerken dikkatimizi çeken minik bir ayrıntı daha oldu. Çocuklar geziden sıkılıp mızırdamasınlar diye her salona minik birer lego saklamışlar. Etkisi inanılmazdı. Bizim katıldığımız turda aileler rehberi dinlerken, çocuklar akıl almaz bir heycanla lego'yu arıyordu. Açıkçası rehberin anlattıkları ilgimi çekmediği anlarda ben de kendimi lego peşinde buldum =) Başka örnekleri de var mıdır bilmiyorum ama epey iyi düşünülmüş bir yöntemdi.

Kale turu bitirince, çıkıp bahçeyi gezmeye devam ettik. Önce Walled Garden'a girdik. Gerçekten büyüleyici bir bahçe yapılmış çiçeklerden. Kapalı havaya rağmen renklerin canlılığı ve uyumu, çok mutlu etti beni. Bu kadar yoğun yağmura rağmen bu kadar çok çiçeğin ayakta kalabilmesi için oldukça yoğun bir bakım yapılıyor olsa gerek.
Walled Garden'dan biraz dolandıktan sonra yine ağaçlar arasından bir patika izleyerek Swan Pond’a geldik. Burada minik bir kafe var ziyaretçiler için, ancak biz geç saatte gittiğimiz için kapanıyordu. Belki bu kadar yürüyüşün üzerine orda oturup bir kahve içmek iyi gelirdi. Bir dahaki gidişimde aklımda olucak. Burada biraz dinlendikten sonra, geldiğimizden farklı bir yoldan, göl boyunca giden ikinci patikadan döndük. Dönüşü buradan yapmanızı tavsiye ederim, epey güzel manzaralar karşılıyor orda da geçenleri.
 

Biz turumuzu burda bitirdik. Gidilebilecek iki yer daha vardı; Camelia House ve Boat House fakat vaktimiz kalmadı. Bir de bu kadar yürümek zaten yeterince yorucu olmuştu, geri dönmeye karar verdik. Fotoğraflar ne kadarını anlatıyor bilmiyorum ama özellikle kalelerle ilgilenenlerin kesinlikle görülmesi gerekenlerden biri olduğunu söyleyebilirim. Kasım-Mart arası kapalı oluyormuş, fakat özellikle bahar aylarında çok güzel olucağını düşünüyorum. Ufak bir not, geldikten sonra gezmeye başlamadan otobüsün dönüş saatlerini kontrol etmekte fayda var, çünkü pek sık geçmiyor. =)

swan pond