4 Ekim 2010 Pazartesi

Glasgow'da ilk gün

Glasgow hakkında yazmayı birkaç gündür erteliyorum. Aslında daha burada geçireceğim uzun bir zaman olduğu için acele de etmiyorum bir yandan. Yeni yerler keşfettikçe de yazıcam tabi ama şimdilik, ilk bakışta gördüklerim olucak burda.
İlk gün sabah, şehir merkezine geldik, Merchant City'de bir kahve içip günümüzü planlayacaktık.


Buraya gelirken yanımızda getirdiğimiz rehber çok karışıktı. Önemli noktalara değinmiş, ama sanki bir yandan yürümüş, bir yandan da not almış gibi bir havada anlatılmış her şey. Biz de Beril'le bu sefer, madem daha iyi bir planımız yok, şu fotolarda gördüğümüz komik Hop on-Hop off otobüslerine binelim dedik. Zaten şehir biraz daha dağınık durumda olduğu için, bağlantılar da böyle daha kolay oldu. Önce otobüsten inmeden her yeri görmeye karar verdik. Sonra West End'e gelince, inip bu tarafı bitirip öyle dönelim dedik, isabetli olmuş. Böylelikle ilk durağımız Kelvingrove Museum and Art Gallery oldu.


Burada Scottish Boys sergisi vardı o hafta. Ünlü İskoç ressamların tabloları sergileniyordu. Francis Cadell'in aydınlık tabloları en çok beğendiğimiz resimler oldu. Bunun dışında yine İskoçya tarihini ve eski zamanlardaki yaşam şartlarını anlatan sergiler vardı. Beril'in çok sevdiği tablo pop quizlerini de unutmayayım. Müzeden çıkıp Glasgow Üniversitesine doğru yürümeye başladık. Daha sonradan buradaki en sevdiğim manzaralardan biri olan şu noktadan geçtik.


Glasgow Üniversitesi İskoçya'nın en eski üniversitesiymiş. Dünya sıralamasında da baya iyi bir yerdeymiş. Kampüsü çok fazla gezmedik, ama burda okumak çok güzel olabilirmiş diye düşünmedik değil.

Aşağıdaki fotoğraf burdaki şirin sokaklardan biri, adını hatırlamıyorum, koyma nedenim de sokak girişindeki hız sınırı tabelaları. Bütün ara sokaklarda bunlardan var. Twenty's Plenty yazmışlar 20'lerin altına. Çok şirin =) Komik insanlar.



Otobüse atlayıp şehir merkezine geri döndük. Glasgow Katedrali'ni ve Necropolis'i gezdik. Dışarısı tadilatta olduğu için katedral'in fotoğrafı yok. Şehrin genelinde dikkatimi çeken bir şey, kiliselerin sayısının azlığı oldu. Hatta mevcut kiliselerden üç tanesinin, gece klübü, tiyatro ve bir dernek binasına çevrildiğini gördüm. Bu konuyu biraz daha inceleyim ben. =)

Katedralden sonra şehrin en büyük parkı olan Glasgow Green ve içindeki People's Place and Winter Gardens'a gittik. Glasgow Green'den otobüsle geçtik, doğrudan People's Place'te indik. Burda da yine birçok yerde olduğu gibi geleneksel yaşam ve tarih sergisi vardı. Winter Garden çok bakımlı kocaman bir bahçeydi. Dünyanın çeşitli yerlerinden birçok bitki getirmişler, rengarenk sevimli bir yerdi. Gerçi hava biraz boğuktu ama kışın belki çay içmek için hoş bir ortam olabilir.

Bir sonraki otobüsle benim şimdilik en sevdiğim yer olan George Square'e geldik. Burası şehrin merkezi oluyor. Karşıdaki bina Glasgow City Chambers ve Glasgow City Counsil. Özellikle gece ışıklandırılmış hali çok güzel. Mimari açıdan da Glasgow'ın önemli noktalarından biriymiş. Gün içerisinde içi gezilebiliyormuş falan biz girmedik.


Okulum bu meydanın bir yanını kaplıyor. Ondan başka bir postta bahsedicem. Kaldığım yer ise 10 dakika yürüme mesafesinde. Bundan bahsetmeye pek gerek yok. =) Çevrede bol sayıda restoran ve bar var. İki yanında birbirine dik ilerleyen Argyle ve Buchanan Street'ler trafiğe kapalı alışveriş caddeleri.


Bu fotonun olduğu yerden aşağı doğru devam edilince varılan yer Argyle Street, sağa dönülünce görülen yer ise trafiğe kapalı 3. cadde olan Sauchiehall Street. Burası da yine alışveriş cafe ve bar mekanlarından biri.
Burada ilk gün bunları keşfederek geçti. Daha sonra aynı yolları defalarca yürüdük. Bu sefer bu kadarla bırakıyorum. Şehir hakkında belki sonra detaylı bloglar da yazarım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder