26 Mart 2011 Cumartesi

Willow Tea Rooms

İngiliz'lerin meşhur 5 çayı geleneği, eskisi gibi popüler olmasa da bunu turistik anlamda yaşatmak için varlığını sürdüren, ve aslında orta yaş üstünün de gerçekten rağbet gösterdiği, Glasgow'un en ünlü tea room'lardan birisi olan Willow Tea Rooms'a gittik. Willow'un 2 tane şubesi var, Buchanan Street ve Sauchiehall Street'te. Biz Buchanan'dakini denedik. İlk seferinde Onur'la, ikincisinde ise Beril'le.



Mekan ünü Glasgow'un ünlü mimarı olan Charles Rennie Mackinstosh tarafından tasarlanmış olmasından geliyor biraz da. Yüksek arkalı sandalyeler, göreceli olarak minik masalar ve asimetrik diziliş. Ben çok beğenmedim açılçası =) Kendilerinin diğer çalışmalarını görmek için West End'deki Charles Rennie Mackintosh House'a ya da Kelvingroove Museum'daki sergisine bakılabilir. Mekanın üst katında ise gündüz kapalı olan mavi -turkuaz- salon vardı. Oraya sadece kısaca bir göz atabildim.

Afternoon tea'ye gelince; biraz fazla pahalı ve turistik bulduğumu söyleyebilirim. =) Klasik 3 katlı servis tabağı, porselen fincanlar, çay ve süt. Biz bir sandviç, bir tart ve bir scone yedik ve çay içtik. Lezzet konusunda fazla bir şey diyemiyorum, sade ve iyiydi. İlk ziyaretin fotoğrafı aşağıdaki gibi.



İkinci seferde ise, havuçle kek -yeni favorim- ve browni denedik. Bunlar ise epey başarılıydı. Butterfly and the Pig'in aksine, ikinci gidişimde burayı çok daha fazla sevdim. Biraz da ucuz olsaydı iyiydi =)

Yani gelmişken gidilesi, görülesi, denenesi bir adrestir.

13 Mart 2011 Pazar

Isle of Skye

İskoçya’ya geldiğimden beri merak ettiğim Isle of Skye’ye gittik sonunda! 3 günlük bir tur ile Edinburgh’dan Portree’ye süren bir yolculuktu. Beklediğim kadar iyi olduğunu baştan söyleyim =) Aradaki noktaları ayrıca anlatıcam, ama şimdi Isle of Skye!

Skye İskoçya’nın en büyük adası. Kıtaya bir köprü ile bağlanmış. Highlandler boyunca epey virajlı ve biraz yorucu yollardan ilerleyip denize varılıyor.
Isle of Skye'ye ilk bakış

Köprüyü geçtikten sonra yavaş yavaş insanın modu da değişiyor sanki. Hani hep derler ya adalarda hayat yavaş akıyor diye, cidden öyle bir şey insanın Skye’ye varınca hissettiği de. Yemyeşil ve masmavi etraf. Her yer çim. Geniş aralıklarla evler var. Hepsi beyaz ve gri çatılı üçgen üçgen evler. Sokaklarda insanlar görünmüyor pek. İskoçya’nın geri kalanında da olduğu gibi koyunlar oluşturuyor canlı nüfusunun çoğunu. Gerçi zaten 18yy’da Highland Clearances olarak adlandırılan zorunlu göçler yaşandıktan sonra o taraflarda çok kimse de kalmamış. Bundan Culloden’da bahsediyorum. Adanın nüfusu 1000 civarında. Bu sene %4 bir artış olmuş nüfusta. Fakat nüfusun yaş ortalaması daha da artmış. Öğrendiğim kadarıyla, orta yaşlı insanlar, şehir hayatına doyduktan sonra –inzivaya çekilmeye karar vermek de olabilir bunun adı- bu taraflara geliyorlarmış. Haksız da sayılmayabilirler!

Adadaki en büyük yerleşim yeri Portree. Doğu kıyısında kalıyor. Biz vardığımızda hava kararmak üzere olduğu için fazla bir izlenim edinemedim.

Ertesi sabah çok şanslı bir güne uyandık, hava açık ve güneşliydi. Böyle olunca rota hemen batıya döndü. Adanın en batı ucunda Neist Point’e vardık. Minibüstle ulaşabileceğimiz son noktada inip, 20 dakika kadar yürüdük yokuş aşağı. Manzara muhteşemdi! 

Sol tarafta minik bi sahil, 

Neist Point

sağ tarafta kayalıklar,

Neist Point

ve burnun ucunda da bir fener.

Neist Point

Her taraf yemyeşildi. Epey rüzgarlı ama çok çok güzel bir yer..

Buradan Uig’e devam ettik. Bu arada ekipten biri rahatsızlandığı için eczane aradık, fakat bulamadık. Daha doğrusu bir tane market bulduk, her şey orada satılıyormuş zaten, orda da aranan ilaç bulunamadı. Arkadaş 1 saatlik uyku ile kendine geldi ama bu durum, sağlık olanaklarının kısıtlılığına dikkatimi çekti. Sanırım adada hastane yokmuş. Sağlık ocağı tarzı health center’larla idare ediliyormuş. Suç oranının sıfır olduğu söyleniyor. Şu insanların evlerinin kapılarını kitlemediği yerlerden yani.. Aslında ortamın doğanın muhteşem olması bir yana, yaşamak için sıkıcı bir yer olduğunu düşünüyorum Skye’nin. Özellikle gençler için. Bir kere iş imkanları çok kısıtlı. Esasında gördüğüm kadarıyla turizm ve balıkçılık dışında pek bir şey yok yapılan. Çok sayıda hotel, hostel ve bed&breakfast var. Ama buralar da bahar/yaz sezonlarında aktifmiş. Şubat ayında ölüydü şehir. Portree’de iki akşam yemek yediğimiz Isle’s Inn dışında açık bir restoran/pub bile yoktu! Rehber yol boyu lezzetli somonlardan bahsetti ama malesef tatma şansımız olmadı kendilerini. Mezgit fish and chips’le yetindik. Gerçi bu bile baya iyiydi =)




Loch Lomond turunda ünlü bir Hairy Coo çifti (?) görmüştük; Hamish’le Heather. Burda da yolda çok tatlı yavrular gördük. Eskiden siyah beyaz ve turuncu renktelermiş, ama en çok turuncular beğenildiği için onlar çiftleştirile çiftleştirile, diğer renkler çok nadirleşmiş.


Baby Hairy Coo's

 Renklerin bu kadar soluk çıktığını fark etmemişim. Aslında çok şirin bir turuncu renkleri var bu bombiklerin.

Parents

Batıya doğru ilerlerken Dunvegan kalesini gördük uzaktan. Kısa bir mola verip birkaç fotoğraf çektik. Soluk renkler devam ediyor. =/

Dunvegan Kalesi

Daha sonra off the beaten track’lere girerek Fairy Glenn’e geldik. Burası Stardust’ta Lamia’yla Ditchwater Sal’in karşılaştığı sahnenin çekildiği yer. Esasında Stardust’ın birçok sahnesi Skye’de çekilmiş. Burda minik bir tepeye tırmandık ama yine de yeterince güzel bir açı yakalayamadım fotoğraf için. Minik keçi yolları, tepecikler ve göller cidden başka bir dünyada hissettiriyor insana kendini.

Fairy Glen

Portree'ye doğru dönerken Cuith Raing'de kısa bir mola verdik. Birçok trekking rotasının çıkış noktası olan bir tepe burası. Hava bu kadar soğuk olmasa, daha cazip görünebilirdi belki gözüme =) Son durak olarak ise bir nehirlerden birinin denize döküldüğü bir noktada mola verdik, fakat ismini hatırlayamıyorum!



Epey yorucu bir gün oldu. Bir günde nerdeyse adadaki bütün turistik yerlerden geçtik. Tabiki daha geniş zamanda daha rahat bir tur yapılabilir. Özellikle de yaz aylarında. Hoş yaz dedikleri de 15-20 derece ya neyse =) Ama yine de gelirseniz çok çok güzel zaman geçireceğinizi garanti ederim!

4 Mart 2011 Cuma

Loch Ness

Beril'le ikinci Highland turumuzu Loch Ness'e yaptık. Loch Ness, Loch Lomond'dan sonra İskoçya'nın ikinci en büyük gölü. Gölün şekli baya ilginç. Tektonik hareketler sonucu, adanın kuzeyinin doğuya doğru kayması sonucu oluşmuş, 236 metre derinliğinde ve 37 km uzunluğunda bir taze su rezervuarı da denebilir kendisine. Kıyıya 3-4 metre yakınlıkta bile 12m derinliği var. Dimdik iniyor yani. Fakat ortası yani 230 m civarları ise dümdüz. Gereksiz bilgilerin sonuncusu da, suyun hacminin 7.4 km3 olduğu. =) Çıktığımız tekne turunun kaptanı göldeki su miktarını (tam sayıyı hatırlamıyorum ama) "75 milyon viski şişesi dolusu su var" diye açıkladı!


Burada gölün kendisinden ziyade, canavarı ünlü. Bizim Van Gölü Canavarı'nın da atası sayılan Loch Ness Monster, ya da halk arasındaki adıyla Nessie =) Nessie hikayesi göle epey büyük bir ün kazandırmış, hem adada hem de dünyanın geri kalanında. (HIMYM'de Marshall Nessie'ye deli gibi inanıyo, hatta başucuna posteri var!) Gölde birçok araştırma yapılmış yıllarca, National Geographic belgeselleri çekilmiş, ünlü hayvan avcıları ve bilimadamları çeşitli çalışmalar gerçekleştirmiş. Fakat sonuç olarak henüz bir kanıta ulaşılamamış. Yine de varlığına inanan -en azından bu olasılığın varolduğunu düşünen- bir sürü insan var. Bu insanlardan biri de Beril! =D

Loch Ness Visitor Center'daki Nessie maketi


Yine de gölde pek yaşam olmadığı söyleniyor. 8 çeşit balık ve bir de -so called- Nessie. Plankton ve yosun yoğunluğu fazla olduğu için görüş çok kısıtlı imiş. Dalış gibi su altı aktivilerleri gerçekleştirilemiyormuş. Esasında bana göre su üstü altivitesi de gerçekleştirilmez 5-10 derece civarında seyrediyor sıcaklık! Çok derin olduğu için yazın bile pek ısınamıyormuş.

Gölün bizim tura çıktığımız kıyısı Drumnadrochit'te yıkık bir kale vardı, Urquhart Kalesi. Ortaçağ'dan kalma olduğu iddia edilen bu kale, İskoçya'nın en eskilerinden de biriymiş aynı zamanda. Kalenin tarihine dair fazla bir şey bilmediğim için anlatıcaklarım bu kadarla sınırlı. Turun dönüşünde hava kararmaya başladığı için kale ışıklandırılmıştı. Mutlaka görülesi bir adres daha =)

Urquhart Castle

Geceyi Inverness'te geçirip ertesi gün dönüş yoluna çıktık. Fort Augustus'ta yani Loch Ness'in bittiği yerde bir mola verdik.. (Augustus, yani Butcher of Cumberland, Culloden savaşında adı geçen general'e ithafen verilmiş bir isim) Burada Loch Ness yükselen kanal sistemi - Caledonian Canal- ile 4 basamakta Loch Oich'e ve ondan sonra da diğer göllere bağlanıyor.


Fort Augustus

Not: Tam bu resmin çekildiği noktadan sağa bakınca çok şirin bir restoran var, Boathouse Restaurant ilk gidişimizde uğramamıştık, ama ikincisinde uğradım ve sahibi Türk çıktı! Minicik Pitlochry'de Türk restoranı bulduktan sonra bir de burayı görünce epey şaşırdığımı söyleyebilirim. Yani heralde zaten Highland'de Türk nüfusu da topu topu 3 olabilir. Yolunuz düşerse kesinlikle tavsiye ederim.

1 Mart 2011 Salı

Culloden Battle

Loch Ness turunun ilk gününde Highland’lere doğru ilerlerken Culloden’da bir mola verdik. Yol boyunca rehber o kadar çok savaş anlattı ki, kafam biraz allak bullak oldu. Bütün anlatılanlardan çıkardığım temel sonuç ise, İskoçların savaşmayı sevdiği. Her ne kadar barışçıl olduklarını iddia etseler de, sürekli bir savaş durumu. İngiltere işgale geldiğinde, birleşip İngilizlere karşı, onlar olmadığı zaman kendi klanları arasında birbirleriyle, ama sürekli bir savaş halinde.

Yine de ziyaret ettiğimiz bu savaş anıtı, İskoçların tarihlerindeki en büyük hezimeti yaşadıkları, ve özetle her şeylerini kaybettikleri savaşın geçtiği yer; Culloden.
Savaş Alanı - Bulunduğumuz yer İngilizlerin, çok ileride mavi bayrakların olduğu yer, İskoçların hizlandığı çizgi. Ortadaki yapı savaş anıtı. Diğer klanlara ait mezar taşları da dağınık olarak duruyor.

Hikayesi şu, İngiliz’lerle olan mücadele 13.yy’da İskoçya bağımsızlık savaşlarıyla başlayıp onyıllarca sürüyor. William Wallace’ın da Braveheart’ta izlediğimiz epik mücadelesi bu dönemlere denk düşüyor. 14. yy’da İskoçlar bağımsızlıklarını kazanıyorlar. Bu durum 17. yy’a kadar sürüyor. Bu dönemde King James the VIth of Scotland, İngiltere, İrlanda ve İskoçya krallıklarını birleştirip, Kingdom of Great Britain’ı kuruyor, ve King James the Ist of England oluyor. Fakat barış çok uzun ömürlü olmuyor. Yıllarca öğrendiğimiz Rusların sıcak denizlere inme sevdası bu tarafta İngilizlerin Highland’leri ele geçirme sevdasına tekabül ediyor sanırım!

İngiliz safları

Sonunda 1746'da Charles Edward Stuart komutasındaki İskoç birlikleri William Augustus komutasındaki İngiliz hükümetine bağlı birliklerle, Culloden Moor adlı savaş meydanında karşı karşıya geliyorlar. Sayıca üstünlük yok, ama teçhizatça var. İngiliz güçleri İskoçların çevresini sarıp, kiltleri ve kılıçlarından başka bişeyi olmayan 1000'in üzerindeki askeri yaylım ateşi ile öldürüyorlar. Charles kaçarken Augustus'un adı da Butcher of Cumberland olarak anılmaya başlanıyor.

Klanların savaşta konumlandıkları ve topluca katledildikleri yerlerde böyle mezar taşları var saha boyunca

Ben halkın Charles'a -hatta çok güzel bir yüzü olduğu için kendisine ‘Bonnie’ Prince Charlie diyorlarmış- olan sevgisini tam çözemedim. Önce İngiltere'yi işgale gidiyor, başarısız olup dönüyor. Sonra İngiltere işgale geliyor, yine başarısız oluyor İskoçlar milli kimliklerini kaybediyorlar, fakat sonrasında halk köyleri dahi ateşe verilse Charles'ı ele vermemek için ölüyorlar. Yani bir zaman savaşlar da kazanmış ama yine de hala kahramanları olarak bahsetmeleri biraz garip geldi.


Savaşın sonuçları İskoçlar açısından çok acıklı. İngilizler, İskoçları daha da entegre etmek istiyorlar kendilerine. Bunun için İskoçların klan sistemi yasaklanıyor, insanlar Lowland'lere ve kuzey Amerika'ya göçe zorlanıyorlar, Gaelic dilini konuşmak ve öğretmek yasaklanıyor. (10-20 yıl önce serbest olmuş fakat bu saatten sonra, konuşabilen pek kimsenin kaldığını sanmıyorum =) ) Uzun lafın kısası, üzerinde güneş batmayan bir uygarlık kolay elde edilmemiş. Bu da o dönemlerde yaşanan trajedilerden sadece biri.