25 Kasım 2010 Perşembe

The Butterfly and the Pig

Geçen ay, pasaporta police registration damgası almak için polis müdürlüğüne giderken Bath Street'teki Victorian evlerden birinin altında çok sevimli bir cafe-restoran görmüştüm. Sevimlilik isminde başlıyodu, the Butterfly and the Pig.


Bir ara gelim dedim, sonraki hafta bir arkadaşımla alışverişe çıkmışken yolumuz düştü, denemiş olduk. Fakat o gün yanımda kameram yoktu, bu sevimli mekanın fotolarını çekemedim. Ama tekrar görülecekler listesine yazılmış olduğundan Onur gelir gelmez, öğle yemeği için tekrar ziyaret ettik.
İlk seferinde de çok beğenmiştim, bu sefer daha bir sevdim.
Menü'leri haftalık olarak hazırlanıyor. Klasik bir menüsü yok, sağında solunda eğlenceli yazılar var. Yemeklerin açıklamaları da komik, fiyatlar da. Mesela mantarlı krep fiyatı 5 mush 6 rooms..


Geçen gelişimde füme somon salata yemiştim. Oldukça güzeldi. Bu sefer önce potato and leek soup içtim. Her ne kadar Hania bu konuda beklentimi yükselttiyse de, bunu da beğendiğimi söyleyebilirim.
Ardından da vegetable tart yedim. Hem hamuru çok lezzetliydi, hem de içindeki sebzeler. Yanındaki salata için de aynı şeyi söyleyebilirim. Sosu süperdi. Çok beğendim, hatta Onur benden bile çok beğendi.

Onur da hamburger yedi. Kocaman bir tabak dolusu patates de vardı yanında. Genelde olanın aksine aşırı yağlı ya da lezzetsiz değildi. O kadar doyurucuydu ki ikisi de, akşam geç saate kadar acıkmadık!


Fiyatları bence makul, öyle abartılı pahalı değil. Mekan ise süper! İkiye ayrılmış, sol taraf cafe, sağ taraf restoran. Biraz ağır bir havası var, yerlere kadar kadife perdeler, ahşap kaplama duvarlar, antika görünümlü masa ve sandalyeler ile. Öte yandan ise, kocaman pencereleri ve sevimli aksesuarlar ile oldukça ferah bir his de veriyor insana.
 Burada restoranlarda garsonlar genelde oldukça ilgili davranıyolar, 10 kere beğendiniz mi, şöyle mi böyle mi diye soruyorlar.. Burdakiler de hızları ve alakaları ile baya etkileyiciydi.. Özellikle önceki Drum and the Monkey faciasından sonra..

21 Kasım 2010 Pazar

Drum and the Monkey

Glasgow'a geldiğim ilk hafta görüp, aa süpermiş kesin gideyim dediğim yerlerden birisi Drum and the Monkey idi. St Vincent Street'te, merkeze 5 dk yürüme mesafesinde oldukça sempatik bir pub. Aynı zamanda, klasik İskoç yemeklerini tatmak için de iyi bir mekân gibi görünüyordu. İlk ziyaretim Onur’un geldiği akşama denk geldi.



Mekanın güzel bir resmini çekmediğim için üzüldüm. Klasik İskoç pub’ı görüntüsüne sahipti gerçi. Ortada oval bir bar, etrafında sandalyeler. Çevrede de minik odalar, şömine başında koltuklar ve diğer masalar. İçerde “Beer is the looking glass for life” gibi bişey yazıyordu, unuttum.

Barda iki kişi çalışıyordu, her yeri idare eden onlarmış gibi görünüyordu. Aslında bir sürü masada duran boş bardaklar biraz servis hakkında düşündürdüyse de, deneyelim dedik ve oturduk ve çile başlamış oldu =) Baştan, masadaki boş bardakların bize neredeyse yemek sonuna kadar eşlik ettiğini söylersem heralde biraz fikir verir. Siparişimizi zor da olsa verdikten sonra beklemeye başladık.

Önce nachos geldi. Ben beğendim, Onur hayal kırıklığına uğradı. Referans noktası Bebek Kırıntı olduğu için ben karşılaştırma yapamıyorum.

Aşağı yukarı bir saatlik bekleyişin sonunda baya kötü olan yemeğime kavuştum. Altı üstü steak with mushroom gibi bişey olmasına rağmen, kömüre dönmüş lezzetsiz bir et ve mantar, yanında da biraz patates ve domates geldi. Yiyebilmek için oldukça mücadele ettim, ama yukarıdaki tabaktan eksilenler sadece patatesler oldu.

Onur’un yemeği biraz daha iyiydi bana göre. Sanırım Haggis hakkında yeterince kötü propoganda yaptığım için tercihini yine geleneksel bir yemek olan steak ale pie’dan yana kullandı. Ben daha önce yiyip çok beğenmiştim. Aslında bunun tadı da bence fena deildi, ama Onur çok sevmedi.


Şarap seçimimizin de çok parlak olmadığına değinmeliyim. Gerçi fazla seçenek yoktu ama ortalama olması gereken bişi baya kötü çıktı.
Yemeğin sonunda garson gelip “is everything ok?” diyince dayanamadık artık, değil ulenn diye isyan ettik. Sonuç olarak, benim yemeğimin ve arkasından gelen browninin parasını almadılar. Hah browni’yi unutmayim, sanırım yediğimiz tek güzel şey oydu =D Gerçi bugüne kadar da kötü browni görmedim zaten..
Belki Pazartesi akşamı olduğu için böyle bir şanssız shift’e denk gelmiş olabiliriz, bir şans daha vermek niyetindeyim. Tabi çook güzel geçmesini istediğim bir günde ve çook aç karnına değil iken.

8 Kasım 2010 Pazartesi

Bonfire Night



Bonfire Night veya Guy Fawkes Night, V for Vendetta'dan da hatırlayacağınız "Remember remember the 5th of November.." dizeleri ile anılan, terörizmin çöküşünün bir sembolü olarak kutlanan gece.

İngiltere'deki Katolik bir grup 1605 yılında, Protestan kral 1. James of England'ı (6.James of Scotland) öldürerek yerine Katolik bir kral geçirmek amacıyla, House of Lords'u havaya uçurmaya karar vermiş. 5 Kasım tarihinin önemi ise, o gün parlementonun toplanacak olmas ve James'in kızı Elizabeth'in tahtın varisi olarak atanıcak olması imiş. Fakat gelen isimsiz bir ihbar mektubu ile, 4 Kasım gecesi Guy Fawkes kilolarca patlayıcı ile binada yakalanmış. Böylelikle hem saldırının önüne geçilmiş, hem de terörizme karşı bir zafer kazanılmış olmuş. Bu olayın sonucunda Guy Fawkes işkencelerle ölüme yollanırken geride kalanlar her 5 Kasım'ı Guy Fawkes Night olarak havai fişek gösterileriyle kutlamaya başlamışlar.

Glasgow'da da kutlamalar, buranın en büyük parkı olan Glasgow Green'de gerçekleşiyormuş her yıl. Ben sadece havai fişek gösterisi sanıyordum, ama gün içinde de parka panayır alanı kurulmuş, oyuncaklar yemekler falan, keyifli bir gün geçirilebilirmiş. Belki başka sefere ;) Gerçi bütün gün yağmurluydu hava.. Bir noktada iptal edilecek diye düşünüyordum ama son anda kesildi. Tabi bu, yerlerin çamur olmasına engel olamadı.

Havai fişeklere gelince.. Sanırım hayatımda ilk defa bir havai fişek gösterisi bana "noolur bitmesiiiiiin" dedirtmicek kadar uzun sürdü. Gerçi ilk başta biraz hayal kırıklığıydı çünkü sanki çatapatlarla başlamış gibiydi, ama sonradan güzelleşti. Daha önceden görmediğim yeni modeller çıkmış hehe.. En çok sevdiğim de, bir kere patlayıp mor veya yeşil taneler olarak dağılıp, sonra her birinin tekrar ardarda patladığı, patlamış mısır gibi görünenlerdi! Kayan yıldızlar gibi aşağı inenler çok sevimliydi. 25 dk sürdü gösteri ve eşlik eden Mamma Mia soundtrack'i.


Havanın -her zamanki gibi- aşırı soğuk olmasına rağmen güzel bir geceydi.. Malesef ben kameramı götüremediğim için yanımda, fotolar Wesly'e ve onun Canon'una ait =)

2 Kasım 2010 Salı

Paintball at Paisley

Ders programında Salı günlerinin boş olması aktivite meraklısı bir grup için ideal bir ortam yaratıyor. Biz de bu haftayı Richard’ın girişimiyle Paintball’la değerlendirelim dedik.

Gideceğimiz adresi bilmediğimiz için sabahın 8'inde –neyse ki- bizim yurdun önünde buluşup yola düştük. Trenle 20 dakika mesafedeki Paisley’e gidip ordan da 6-7 dakikalık bir taksi yolculuğu ile Delta Force’a ulaştık. Glasgow Prestwick havaalanının hemen yanı. Nerdeyse üstünden uçaklar havalanıyor.

Ben daha önce paintball oynamamıştım bir türlü.. Gerçi merak da etmiyordum. Böyle şeyler geriyor beni sinirlenicem, hırs yapıcam diye =) Biraz öyle de oldu..

16 kişi olduğumuz için, hazırlanmak uzun sürdü, ama sonunda saat 10.30 gibi oyun alanına girdik!  5 etap oynadık. Afhgan Fort, Chemical Alley, Terrorist Attack, The Haunted Graveyard ve Tomb Raider. Bizden başka bir ekip daha vardı, toplamda 20 kişiydik, 10’ar kişilik iki takıma bölündük. Ben mavi takımdaydım.

Oyunları anlatan görevli sahada hem maskenin içinden, hem de İskoç aksanıyla konuşan garip bir tip olduğu için, çoğunlukla daha ne yaptığımızı anlayamadan falan başladık oyunlara. İlk oyun Chemical Alley’di, alıştırma gibiydi. Temelde, bidonların arkasından ateş etmece işte.. İki takım da birer kere kazandı.


İkincisi Haunted Graveyard. Kaleye bayrağı çekme. 1-1 bitti. Üçüncü ve benim en çok sevdiğim oyun ise Afhgan Fort’tu. Bir ev vardı, takımlardan biri bu evi korurken, diğeri de dinamitleri eve sokmaya uğraşıyordu. Bizim takım saldırırken bir anda dinamit taşıyan çocuğun vurulmasıyla, bu büyük görevi üstlenmek durumunda kaldım. Sürünerek bombaya ulaşmak, silahı atıp eve koşmak falan noluyosa.. Sanırım bacaklarımdaki morlukların bir kısmı da bu sırada oldu. Yine 1-1 bitti. Dördüncü oyun Terrorist Attack'tı. Pembe tişörtlü çocuğu korumaca.. Ama bizi pek sallamayıp kendi başına takıldığı için pek anlamlı olmadı.


Son olarak da Tomb Raider oynadık ama o kadar yorulmuştum ki, vurulduktan sonra geri dönmedim bile..

Saha epey iyiydi. Daha oynamadığımız iki oyun vardı ama bunlar bile yetti de arttı. Tek sorun bütün gün yağmurun altında olmaktı. Yine yanlış gün seçimi.. Her yer o kadar çamurluydu ki, minik(!) göletlerden birine düşen bi kız, çıkabilmek için yardım almak zorunda kaldı.

Sonuç, bu olayı çok sevdiğimi söyleyemicem.. Ama takımımın bana ihtiyacı olursa bir sonraki sefere de varım! ;)