30 Eylül 2010 Perşembe

Drymen'de Trekking

Haftasonu güneşli bir hava tarafından karşılanınca Hania'yla birlikte açık hava bir yerlere gidelim dedik. İlk planımız Aberfoyle'a gitmekti. Ama hava o kadar güzeldi ki, göl kenarı olsun dedik, ve Loch Lomond yakınında Drymen diye minik bir kasabaya çevirdik rotayı. Önceki hafta gittiğimiz Luss'un karşı kıyısı gibi bir şey oluyor. Önce burdaki -sanırım tek cafe var- Oak Tree'de yemek yedik. Sonra göl kıyısındaki Sallochy'e indik. Biraz Eymir'i anımsattı, çakıl taşlı sahil falan. Farklı olarak açıklarda bir sürü kişi yelken yapıyordu. Bir de kıyıda kamp yapan insanlar vardı. Daha önce hiç kamp yapmadım, ama burda yapmak kesin çok güzel olurdu. =)




Göl kenarından ayrılıp Hania'nın önceden belirlediği patikada yürüyüşe başladık. 1.5 saatlik kısa bir rota seçtik. Minik kütüklere kırmızı, mavi, yeşil bantlar koyarak farklı yolları işaretlemişler. Önceki günler yağmurlu olduğu için yollar biraz çamurluydu ama çok sorun olmadı. Her yerde böğürtlenler vardı, yol boyunca parmaklar morarana kadar yedik =) Yolun bir noktasından aşağı doğru minik bir dere akıyordu. Alttaki resmin aksine yukarılar biraz daha karanlıktı.


En tepeye vardığımızda, gölü yukarıdan gören epey açık bir yere geldik. Bu üstteki foto ondan bir önceki açıklık. Bu noktada kameramın şarjı bittiği için, o manzaranın fotoğrafını çekemedim malesef =/ Sonrası genelde aşağı doğru çamurda kayarak geçti..

Tur bitince eve dönmek istemediğimiz için biraz daha ilerledik Lomond kıyısından En son yerleşim de Rowardennan oteliydi. Burayı da çok beğendim. Büyükçe bir restoran-bar'ı var. İçerde şömine başında da oturulabiliyor, dışarda göl kenarında da. Bişeyler içip biraz daha takıldık. Sonra bitti.

29 Eylül 2010 Çarşamba

Haggis.. NO!

Sadece gezilerden değil, yemeklerden de bahsedicem.. Genelde evde yemek yapmayı tercih ettiğim için henüz çok fazla lezzet keşfetmiş değilim. Aslında civardaki yani Merchant City'deki restoranlar da ağırlıklı olarak İtaylan, Hint ve Çin mutfaklarını sunuyorular. Yine de İskoçların ulusal yemekleri olan Haggis'i tatma şansı(!) buldum bu süre zarfında.

Haggis, koyunun kalp, karaciğer ve akciğerinin ince ince kıyılarak, bir süre pişirilmesi, sonra da içine kuyruk yağı, soğan ve yulaf ve baharatlar eklenerek, işkembeye doldurulup o şekilde bir süre daha pişirilmesi ile hazırlanan bir yemek. (Bazı yemeklerin nasıl ortaya çıktığını gerçekten merak ediyorum..)

Beril'le bir öğlen gittiğimiz Ingram Pub'da denedim bu enteresan yemeği. Biraz daha yumuşatılmış haliydi gerçi. Haggis'li tavuk sarma gibi bişey. (öndeki tabakta) Pek yemek seçmeyen bir insan olmama rağmen hiç ama hiç sevmedim =D Öte yandan İskoç'ların da acayip bir bağlılığı var bu yemeğe. Ev arkadaşlarımdan buralı olan ilk tanıştığımızda heyecanla Haggis'i denedin mi sordu. Ben de pek sevmedim ama belki bir daha deneyebilirim falan dedim. Ona, do you like it? diye sorunca I LLLLLOVE ITTTT! cevabını aldım. =D Bravo.

Kokoreç sevilmez mi beaa diyip durduğum insanlara dair düşüncelerimi bir kere daha gözden geçiricem sanırım..

28 Eylül 2010 Salı

Edinburgh vol I.

Edinburgh'ya bir günün yetmeyeceğini düşünsek de vaktimiz azaldığından, günübirlik bir gezi yapmaya karar verdik ve trenle Glasgow’dan 45 dk’lık bir yolculuk sonunda İskoçya’nın simgesi olan tarihi başkente ulaştık. 

Gezi rotası olarak Scotts Anıtı, Edinburgh Kalesi, Royal Mile, müzeler ve Holyrood Palace’ı seçtik. Tren istasyonundan Waverley köprüsü tarafına çıkınca bir Tourist Information ofisi var. Daha önceden bir harita getirmediyseniz oradan edinebilirsiniz.

İlk durak Edinburgh’nın simgesi olan Edinburgh Kalesi oldu. Her Ağustos ayında kalenin önündeki meydanda gayda çalma yarışmaları yapılıyormuş, çok büyük bir stad kurulmuştu bunun için. Biz gittiğimizde tribünleri söküyorlardı. O nedenle meydanla birlikte geniş plan çekemedim  kaleyi.

Kale sönmüş bir volkanın üzerine kurulmuş. Yine birçok bölümü yıkılıp yeniden yaptırılmış. Dolayısıyla ilk zamanları 9.yüzyılın başları olarak belirtilse de, içerisindeki en eski yapı 12.yüzyıldan kalma Azize Margaret Şapeli. Diğer binalar 15 ve 16. yüzyıllarda inşa edilmiş. Kale üç kısımdan oluşmakta, bu kısımlar savunma noktaları olarak bölünmüşler. Yani birinci bölge kaybedilince ikinci bölgeye çekiliniyor, burası da kaybedilirse savunma üçüncü bölgeden devam ediyor. Bundan sonra ne olduğu malum. =) 

Birinci bölgeden neredeyse bütün şehir görülebiliyor.


Üçüncü bölgedeki geniş avlu kraliyet hazineleri, ulusal savaş anıtı, şu anda cafe olarak hizmet veren bir bina ve zindanlar ile çevreleniyor. Kalenin bir kısmı New Barracks tarafından aktif olarak kullanılmakta. Bu nedenle tamamı gezilemiyor. 

Kaleden çıkınca aşağı doğru uzanan yol Royal Mile. Bu yol kraliyet sarayına kadar iniyor. Tarihi binalarla çevrili yolda birçok hediyelik eşya dükkânı ve cafeler bulunuyor.  Edinburgh’nın en eski katedrali olan St Giles Katedrali de bu yolun üzerinde. Bu katedralin kulesi İskoçya tacının bir replikası olarak inşa edilmiş. Şehrin aşağı yakasından daha belirgin olarak fark ediliyor.

Bu arada şehrin fonunda gayda var. Neredeyse her köşe başında durmuş kiltli, gayda çalan insanlar görülebiliyor. Beril gibi gayda sesinden hoşlanmıyorsanız, biraz işkence olabilir =)  

Bu caddeden aşağı doğru inerken sağa, Southern Brige tarafına dönerseniz biraz ileride Royal Museum of Scotland ve National Museum of Scotland’ı görürsünüz. İlk yüzyıllardan bugünlere İskoçya’nın tarihi ve gelişmeleri hakkında detaylı bölümler var. Biraz interaktif bir ortam yaratmışlar bu müzede. Keyifli zaman geçirilebiliyor.

Tekrar Royal Mile’a dönüp aşağı doğru ilerlerken ufak bir müze daha gördük. İsmi People’s Story. Giriş ücretsiz. Sıradan insanların günlük yaşamlarını canlandırdıkları, geçtiğimiz yüzyılın tarihini özetleyen çok zaman almayan sevimli bir müzeydi.

Bu yolun sonuna vardığımızda Palace of Holyroodhouse’a gelmiş olduk. Tam karşısında İskoçya Parlamentosu bulunan bu bina İskoçya’nın sevilen Kraliçesi Mary’ye de ev sahipliği yapmış. İçerisinde oldukça büyük bir resim galerisi de var.Sağ tarafta bir tepe var, yürüyerek çıkılıyor ve güzel bir manzarası olduğu söyleniyor fakat bir de tırmanış için fazla yorulmuştuk, devam ettik.


Buradan geri dönüşe geçtik. Haritaya göre ilerleyip, kestirme diye Calton Road'ı seçicekseniz, seçmeyin, sevimli yerlerden geçmiyorsunuz. =) Princess Street'e ulaşınca tekrar yeni şehrin merkezine gelmiş sayılırsınız. Buradan kafanızı kaldırıp kaleye doğru bakınca, eski şehir merkezinin içindeki karmaşadan farkedilemeyen büyüleyici güzelliğini farkediyorsunuz. Biraz yeni şehir taraflarını da gezdik. burası Glasgow'la benziyor oldukça. İskoç ev arkadaşımdan şöyle bir şey duydum: Edinburgh’yı sevenler Glasgow’u, Glasgow’u sevenler de Edinburgh’yı sevmiyormuş genelde. Sanırım ben ikinci gruptayım. =) Sevmemiş değilsem de tam olarak fazla turistik buldum.

 Robert Adam tarafından 18. yüzyılın sonlarında tasarlanmış yeni kenti gezdikten sonra geri döndük. Tren istasyonuna kadar giden bu yolda bir müze daha var. Bu sefer gezme şansımız olmadı ama bir sonraki sefere mutlaka aklımda olucak. Belki bu sefer Scotts anıtına da çıkarız.

27 Eylül 2010 Pazartesi

Loch Lomond, Trossachs ve Stirling Castle

İkinci gezi rotamız Loch Lomond, Trossachs National Park ve Stirling Castle oldu. Bütün bu yerleri bir arada görmek ve bağlantıları ayarlamak çok zor olacağı için bu sefer Discover Scotland'ın düzenlediği tura katıldık. Rabbits, Experience gibi başka firmalar da var ama hepsi aşağı yukarı aynı rotayı izliyor. Hangisinde yer varsa onu seçmek uygun. Gerçi tur rehberimiz ve aynı zamanda şöförümüz Charlie çok eğlendirdi bizi tur boyunca, o yüzden DS'i tavsiye ederim ama diğer turların rehberlerinin kilt giyiyor olması da karşı taraf için bir artı olarak kaydedilebilir. =)

Sabah uyanınca tura çıkmak için şanssız bir gün olduğunu anladık çünkü hava kapalı ve yağmurluydu. Ama burada her iki günden birinin böyle olduğunu göz önünde bulundurursak çok da kötü olmayabilir dedik ve saat 9'da yola çıktık. Yollar biraz karışık, ama muhteşem manzaralar var. Zaten her yer yemyeşil, bir de ara ara göl manzaraları, ormanlar ve en çok da koyunlar geçiyoruz. İskoçya'daki koyun popülasyonu, insan nüfusunun iki katıymış!

İlk gittiğimiz yer, Lomond gölü kıyısında bir kasabaydı, ismi Luss. Burada sahil boyunca yürüyüp fotoğraf çektik. 

Havanın durumunu yukarıdaki fotodan görebilirsiniz =) Yolun sonunda minik bir kilise var, buranın sakinleri tarafından yapılıyormuş bakımı ve işletmesi (işletme doğru kelime mi emin değilim ama..). 

Kilisenin giriş kapısından çıkınca, önünüzde ilerleyen sokakta minik bir hediyelik eşya dükkanı ve cafe var. Böyle ufak bir kasaba için oldukça güzel bir yerdi. Biz tura devam etmeden bir çay molası verdik. Burada 250 yıllık minik kulübeler var, 2 tanesi hariç hepsi sezonluk kiralanıyormuş. Bakımlı ve şirin klübelerdi ama burada o kadar uzun süre kalmak istemem sanırım.

Luss’tan sonraki molamız Loch Arran’dı. Çok tavsiye edilen bir tekne turuna katıldık fakat hayal kırıklığına uğradık; çünkü sisten neredeyse hiçbir şey göremedik. Fotoğraf makinamı çıkarmadım bile.

Buradan sonra Loch Katrine'e doğru devam ettik yola. Rehberimiz yol kenarında durduğunda Beril de ben de karşımızda gördüğümüz manzaradan büyülendik resmen. Sislerin arasında, durgun gölün tam karşısında bir otel. 
 
İskoçya’nın ve hatta dünyanın dört bir yanından düğün yapmak için buraya gelen insanlar varmış. Otelin biraz sağında fotoğrafta görünmeyen ufak bir kilise var, orda yapılan törenin ardından otelde devam eden bir kutlama. Nasıl muhteşem bir tören olduğunu hayal etmek çok zor değil.
 
Bir sonraki durağımız olan Stirling Kalesine varmadan, yolda İskoçya’nın ünlü ‘hairy cow’larından tanınmış sima Hamish’in evinde durduk. Kendisi çok yaşlı olduğu için, bizi kız arkadaşı Heather karşıladı. Uzattığımız havuç ve ananasları koca diliyle yakalarken, bu pozu verdi bir de.
 
Ve sonunda William Wallace’a da ev sahipliği yapmış olan, İskoçya tarihinde büyük öneme sahip Stirling Kalesi’ne vardık. Bu kale, stratejik bir savunma noktası olması ve İskoçların çok sevilen kraliçesi Mary the Queen of Scotts'un burada taç giymiş olması gibi birçok sebepten önem taşımakta imiş. 

İskoçya bağımsızlık savaşlarında İngilizlere karşı yapılan savunmada, geçilemeyen bir nokta olmuş Stirling. Vadiyi tepeden gören bir konuma sahip olması, düşmanların buraya yaklaşmaya çalışırken farkedilmelerini sağlıyormuş. Birkaç kere  el değiştirmiş, fakat kısa süre sonra tekrar İskoçlar tarafından ele geçirip, bir daha İngiliz'lerin eline geçmesindense yıkılsın daha iyi diye, kullanılamaz hale getirilmiş. Sonra 15.yy'dan itibaren yapılan geliştirmelerle bugünkü haline gelmiş. Burada da yarım saatte bir düzenlenen Guided Tour'lara katıldık. Rehber kalenin tarihi hakkında epey bilgi verdi, ama hem hepsi aklımda kalmadı, hem de amacımın dışına çıkıyor bundan fazlası. =) Yine de bir sonraki sefere belki bir not defteri de götürebilirim yanımda.




26 Eylül 2010 Pazar

Culzean Kalesi

İskoçya'ya gelirken, Beril'le aklımızdaki ilk şey kaleleri gezmekti.. Çok fazla araştırma fırsatı bulamadan, çıkıp gelince, kurtarıcımız bir Tourist Information ofisi oldu.. Yapmak istediklerimizi nerdeyse anlatmadan anlayan çok sempatik bir çalışanın yönlendirmesiyle 5 günlük rotamızı çizdik.

İlk durağımız Ayrshire'deki Culzean Kalesi.

Kalenin visitor centerdan görünüşü
Glasgow Central Station'dan trenle 1 saatlik mesafede Ayr'a ulaşılıyor. Burası çok sakin ve tarihi bir kasaba. Tren istasyonundan çıkıp karşıdan karşıya geçince, yolun solunda bir otobüs durağı görülüyor. Buradan üzerinde Culzean yazan (bu blogun yazıldığı tarihte 60 numaralı) otobüs ile Culzean Kalesi'nin olduğu yere doğrudan ulaşabiliyorsunuz. Gitmişken Ayr'ı da göreyim diyorsanız, bizim gibi, durağın yanındaki yoldan devam edip -her yerin merkezinde olduğu gibi jenerik isimli- High Street'e ulaşırsanız, görülecek yerlerin tamamını da görmüş olabilirsiniz.

Otobüsle 20 dakikalık bir yolculuk sonunda Culzean durağında inip giriş kapısına varılıyor. Kalenin girişi ücretli. Sadece bahçeleri gezmek istiyorsanız biraz daha düşük bir ücret verebiliyorsunuz. Buradan da 15 dakika kadar yürüyerek Visitor Center'a ulaşılıyor.

Bu turistik mekanlardaki visitor center'lar eskiden sadece tuvalet ve hediyelik eşya dükkanları olarak hizmet veriyormuş. Fakat şimdi daha interaktif bir ortam yaratmak için çalışmalara başlanmış. Hem ziyaret edilen yerin tarihi hakkında daha detaylı bilgilendirmede bulunmak için, hem de asıl hedef olan örneğin görme engelli insanların, içeride dokunmanın yasak olduğu yerleri gezerken, olan şeyler hakkında daha anlamlı fikirler edinebilmeleri için, böyle bir fikir gelişmiş. Biz buradaki visitor center'da çok zaman harcamadık ama dışarıdan da oldukça güzel görünüyordu.
Kapıda elimize verilen harita ile devam ettik, yine bir 10 dakikalık yürüyüş sonunda kaleye varabildik. Kalenin girişinde bir yıkık bir arktan geçiliyor. Fakat tarihi bir ark değil bu, yakın zaman önce, kalenin girişini daha etkileyici yapmak için hazırlanmış. Rehberimiz değindi bu konuya, girişte heybetli bir karşılama, sonrasında ön kapıya ulaşmak için takip edilen yolun, kalenin profilden de görüntüsünün verilmesi adına bir yuvarlak çizmesi ihtişamı vurgulamak için uygulanmış bir yöntemmiş. Bence buna pek gerek yokmuş. Zaten kale göründüğü andan itibaren, her adımda büyülüyor insanı. =) Alice in Wonderland'de Alice'in tavşanı gördüğü sahnedeki gibi bir bahçe, kaleye varmadan önce görülen son güzellik oluyor. 
 
Kalenin içinde fotoğraf çekmek yasaktı. Zaten üst katları özel misafirleri ağırlamak üzere otel olarak kullanılmakta olduğundan, tamamı gezilemiyor. Ancak gezilen ve hala kullanılan kısımlar, geri kalanı hakkında da yeterince fikir veriyor. Kale şu anda National Trust of Scotland'a ait. Vergileri ve kalenin giderlerini karşılamak zorlaştığı için, sahipleri bir charity olan NTS'e bırakmışlar burayı. Fakat ailenin varisleri bu bölgeye gelip zaman zaman üst katta kalıyorlarmış. Böylece aile ve kale arasındaki bağ bir şekilde devam etmiş oluyormuş. 

Kalenin mimarı dönemin en ünlü mimarlarından olan Robert Adam. Detaylara çok önem veren ve yaptığı her şeyin simetrik olmasını isteyen bir mimarmış kendisi. Bütün odalarda, duvardaki süslerden, kapılara kadar her unsur simetrik. Bu nedenle arkası boş kapılar ve işlevsiz hizmetli çağırma kolları bile var. Giriş ve ziyaretçileri karşılama salonu, yüzlerde tabanca ve kılıçla oluşturulmuş bir dekorasyona sahip. Bunlar hiçbir zaman kullanılmamış. Yine misafirlere gösteriş yapmak amaçlı bir tasarımmış. İlk oda, oturma odası. Tavan süsleri ve dekorasyon oldukça etkileyici. Yeşil tonlarının hakim olduğu bir dekorasyon var. Bence süper! Bir sonraki oda olan yemek odası, hala özel davetlerde veya düğün yemeklerinde uygun(!) bir ücret karşılığı kiralanabilmekteymiş. Çok dikkat çekici bir başka oda da üst kattaki yuvarlak çizim odasıydı. Bütün pencereleri denize bakan aydınlık çok zarif bir oda.
 
Kalenin içini gezerken dikkatimizi çeken minik bir ayrıntı daha oldu. Çocuklar geziden sıkılıp mızırdamasınlar diye her salona minik birer lego saklamışlar. Etkisi inanılmazdı. Bizim katıldığımız turda aileler rehberi dinlerken, çocuklar akıl almaz bir heycanla lego'yu arıyordu. Açıkçası rehberin anlattıkları ilgimi çekmediği anlarda ben de kendimi lego peşinde buldum =) Başka örnekleri de var mıdır bilmiyorum ama epey iyi düşünülmüş bir yöntemdi.

Kale turu bitirince, çıkıp bahçeyi gezmeye devam ettik. Önce Walled Garden'a girdik. Gerçekten büyüleyici bir bahçe yapılmış çiçeklerden. Kapalı havaya rağmen renklerin canlılığı ve uyumu, çok mutlu etti beni. Bu kadar yoğun yağmura rağmen bu kadar çok çiçeğin ayakta kalabilmesi için oldukça yoğun bir bakım yapılıyor olsa gerek.
Walled Garden'dan biraz dolandıktan sonra yine ağaçlar arasından bir patika izleyerek Swan Pond’a geldik. Burada minik bir kafe var ziyaretçiler için, ancak biz geç saatte gittiğimiz için kapanıyordu. Belki bu kadar yürüyüşün üzerine orda oturup bir kahve içmek iyi gelirdi. Bir dahaki gidişimde aklımda olucak. Burada biraz dinlendikten sonra, geldiğimizden farklı bir yoldan, göl boyunca giden ikinci patikadan döndük. Dönüşü buradan yapmanızı tavsiye ederim, epey güzel manzaralar karşılıyor orda da geçenleri.
 

Biz turumuzu burda bitirdik. Gidilebilecek iki yer daha vardı; Camelia House ve Boat House fakat vaktimiz kalmadı. Bir de bu kadar yürümek zaten yeterince yorucu olmuştu, geri dönmeye karar verdik. Fotoğraflar ne kadarını anlatıyor bilmiyorum ama özellikle kalelerle ilgilenenlerin kesinlikle görülmesi gerekenlerden biri olduğunu söyleyebilirim. Kasım-Mart arası kapalı oluyormuş, fakat özellikle bahar aylarında çok güzel olucağını düşünüyorum. Ufak bir not, geldikten sonra gezmeye başlamadan otobüsün dönüş saatlerini kontrol etmekte fayda var, çünkü pek sık geçmiyor. =)

swan pond